Gönderen Konu: Geçmişte Müzeciliğimiz  (Okunma sayısı 4049 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı B૯ηбüL

  • Yönetim K.Ü
  • Uzman
  • *
  • İleti: 4.432
  • Karizma Puanı: 1631
    • seyfullah sünbül
Geçmişte Müzeciliğimiz
« : 20 Ocak 2008, 09:42:52 »



Geçmişte Müzeciliğimiz




Müzecilik tarihimizi daha eskilere götürmek mümkündür. Bazı araştırmacılar, tarihî eserlerin toplanması ve sergilenmesi konusunda Anadolu Selçukluları dönemine kadar inerek, bu dönemde Konya kalesi surlarında bir nevi sergileme yapmak amacıyla birtakım kabartma ve heykellerin duvarlara konulduğunu belirtirler. Sonraki tarihlerde Fatih Sultan Mehmed’in özel ilgisi sonucu, İstanbul’un çeşitli yerlerinde bulunmuş olan bazı mimarî parçaların Topkapı Sarayı’nın II. avlusunda sergilendiği kabul edilir.


Günümüzde bu eserlerden kolosal sütun başlıklarını ve sütun kaidelerini Saray Mutfakları önündeki avluda görmek mümkündür. Bir takım porfir lahitler ise gömülü olarak bırakılmıştır. Böylece Türklerde eski çağlara ait, sanat değeri olan eşyaların, silâhların, kitapların hatta bazı arkeolojik buluntuların, değerli bir hatıra eşyası olarak saklanmasının bir gelenek halinde sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Günümüzde Topkapı Sarayı’nda gördüğümüz koleksiyonların bazılarının bu bilincin ve geleneğin sonucunda oluştuğunu anlamak zor değildir. Nitekim sarayda tutulan Hazine Defterleri incelendiği zaman bunların müzelerimizdeki envanter defterlerinden pek farklı olmadığı görülecektir.

 

Günümüzde bazı müzelerimizde bulunan ve arkeolojik olmayan eserlerin geldikleri yerler sadece saraylar değildir. Türbeler ve camilerdeki eski halılar, kandiller, şamdanlar ve ahşap eşyalar da buna eklenmiş, böylece zengin koleksiyonlar ortaya çıkmıştır. Bütün dinlerde olduğu gibi İslâm dininde de kutsal mekânlara konulan eşyalar daima özenli ve ince işçilikli yapımlarıyla dikkati çekerler. Sonradan büyük bir bölümü İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesine intikal eden bu türden objelerin sayısı hayli kabarıktır.


Buna rağmen ilk müzelere toplanan eser grubu, askerliğe karşı olan duyarlığımızdan olmalı, genellikle silâhlar olmuştur. İstanbul’un fethinden sonra Saray sınırları içinde kalan Aya İrini Kilisesi, Cebehaneye yani bir nevi silâh deposuna çevrilmiştir. İçinde yerli ve yabancı olmak üzere çok sayıda eski ve kıymetli silâh saklanıyordu.



Ahmet Fethi Paşa, burada iki bölüm halinde (Mecma-ı Eslihaî Atika ve Mecma-ı Âsârı Atika) ilk müzeyi kurmuştur. Kendisi o sırada Tophane Müşiriydi. Tarih 1847'dir. Aya İrini Atriumu kapıları üzerine yazılan yukarıdaki isimlerden de anlaşılacağı gibi, burada yalnız silâhlar değil eski eser niteliğindeki diğer objeler de toplanmağa başlanmıştı. Zamanın Berlin Müzeleri Müdürü Veygand, o günleri şöyle anlatır: “Bir gün Sultan Abdülmecit, Yalova’da bir gezinti sırasında yerde üzeri yazılı birçok taşlara tesadüf eder. Bunların ne olduğunu sual ettiği zaman taşların üzerinde Kral Kostantin’in adının yazılı bulunduğunu kendisine söylerler.


Bunun üzerine Padişah böyle büyük bir hükümdarın adını taşıyan şeylerin yerde yatması doğru değildir diyerek taşları toplatıp Dersaadete gönderir. O zaman Tophane Nazırı olan Ahmet Fethi Paşa bu taşları muhafaza ederek eskiden beri esliha deposu olan Ayasofya Camii’nin yanındaki binaya naklettirir ve orada ilk müzeyi vücuda getirir.”

 

Kurulan küçük seksiyonun ilk eserleri sadece bunlar değildi. Hipodromdaki bronz yılan heykelinin (Burmalı Sütun) başı, lahitler ve aralarında Damat Rıza Paşanın armağanı olan bronzdan bir Herkül heykeli olan birtakım eserler de vardı.


Zamanla eser sayısının artması ve Aya İrini Kilisesi’nin rutubetli ortamı nedeniyle silâhlar dışında kalan eserler, Fatih dönemi yapılarından Çinili Köşk’e taşınmıştır. Aya İrini’de kurulan küçük müzenin ilk müdürü Galatasaray Lisesi hocalarından Gold isimli bir İngiliz’di. Ondan sonra müdürlüğe, Teranzio adlı Avusturyalı getirilmiştir. En ciddi çalışmayı ise 1872’de göreve getirilen Alman F. A. Dethier yapmıştır. Dethier’in ölümü üzerine müze müdürlüğüne ilk kez bir Türk, Osman Hamdi Bey atanır (1881). Müzenin paralı olarak halka açılması da bu döneme rastlar. Babası sadrazam (Ethem Paşa) olan Osman Hamdi Bey, aileden gelen görgüsünün yanında, sanatçı kişiliği ve çok iyi eğitim görmüş olmasıyla ön plâna çıkar. Nitekim bu meziyetleri sonucunda çok bilinçli ve başarılı çalışmalar yapmıştır. Arkeolojik eserlerin Çinili Köşk’ten yeni yapılan müzeye (Müze-i Hümayun) taşınması onun döneminde gerçekleşmiştir.


Yıllardan beri yapılan inceleme ve kritiklere dayanılarak denilebilir ki taşınır eserlerin Aya İrini’de korunması ne denli zor ve riskli idiyse özellikle büyük boyutlu arkeolojik eserlerin Çinili Köşk’te barındırılması da o derece yanlış ve zor olmuştur. Kaldı ki müze haline dönüştürülürken yapı içinde birtakım değişiklikler yapıldığı söylenir. O günlerde ortaya çıkarılan Sayda mezarlarından gelen olağanüstü güzellikteki lahitler ve bazı yeni eserlerin de Müze-i Hümayun adı verilen ve Çinili Köşk’ün hemen önünde yer alan yeni müzenin yapımı konusunda zorlayıcı rolü olmuştur.


1895’te bu kez Aya İrini’deki askerî malzeme ve silâhların başka ve yeni bir müzeye taşınması gündeme gelmiş, bunun üzerine gene Ahmet Fethi Paşa döneminde bir müzenin temeli atılmıştı. Aynı yıl Topkapı Sarayı kayıkhanesindeki saltanat kayıklarıyla zenginleştirilen bir Bahriye Müzesi kurulmuştur.

Görüldüğü gibi ilk müzeler, ya askerî veya arkeolojik nitelikli idiler. Günümüzde Askerî Müzede gözlenen eser zenginliğinin bu geçmişe dayandığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Buna karşılık Türk ve İslâm sanatlarıyla ilgili eserlerin toplanması, korunması ve sergilenmesi uzun süre ihmal edilmiştir. Bu durum, pek çok değerli Osmanlı eserinin kaybolması, ortadan kalkması veya yurt dışına götürülmesi sonucunu doğurmuştur. Günümüzde bazı batı müzelerinde bulunan başta İznik çinileri ve Türk kumaşları olmak üzere pek çok Osmanlı eseri, yurdumuzdaki koleksiyonlardan daha zengindir. 1914 yılında Şeyhülislâm Hayri Efendinin gayretiyle bir Evkaf Müzesi kurulmuş ve yukarıda belirtildiği gibi bazı türbe, cami ve kütüphanelerdeki eserler orada toplanmıştır. Bu müze için kullanılan yapı, Süleymaniye Külliyesi içindeki Mimar Sinan yapısı bir imarethaneydi. 1927 yılında bu yapı, ”Türk ve İslâm Eserleri Müzesi” adını alarak vakıflardan ayrılmıştır.

Çevrimdışı saplıkedi

  • Üye
  • *
  • İleti: 25
  • Karizma Puanı: 0
Ynt: Geçmişte Müzeciliğimiz
« Yanıtla #1 : 09 Eylül 2008, 01:48:58 »
 560a