Gönderen Konu: **SKeÇLeR-2**  (Okunma sayısı 11680 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı RøDiN_H@CKèR

  • _İLYaS DeNiZ GöKÇe_
  • Onursal
  • Uzman
  • *
  • İleti: 3.155
  • Karizma Puanı: 2448
  • SaNaTÇı oLaCaK iNSaN DoĞuŞTaN BeLLi oLuR...
    • http://deniz_art.sitemynet.com
**SKeÇLeR-2**
« : 23 Haziran 2007, 14:30:51 »

KABADAYI OKULU

KAHRAMANLAR:
Kabadayılar Kralı Uğur
Çakal Semih
Tilki Volkan
Karabela Halil
Baba Oğuz
Domdom Bayram

Kabadayı okulu öğrencileri sınıfta beklemektedir. (Jenerik müziği çalmaktadır.) Kabadayıların bazıları volta atmakta bazıları ise tespih çekmektedir. Bu sırada kabadayılar kralı Uğur sınıfa girer.

K. Uğur: Selamun Aleyküm kardaşlar!
Sınıf: Aleyküm Selam ağabeyimiz!
K. Uğur: Eyvallah, oturun.
(Sınıf oturur. Kabadayılar kralı Uğur yoklama alır. Adı okunan “eyvallah” der.)
K. Uğur: Bugün kabadayı duruşlarını öğreneceğiz.
Sınıf: Eyvallah!
K. Uğur: Evet, Çakal Semih kardeşimiz, ayağa kalk!
Ç.Semih: Eyvallah!
K. Uğur: Bize göster bakalım, kabadayı nasıl bakar?
(Semih seyirciye doğru Küçük Emrah gibi bakar.)
K. Uğur: Olmadı olmadı! Öyle mi bakılır! Bana bakın şimdi.
(K. Uğur sert bir şekilde seyirciye bakar.)
K. Uğur: Anladınız mı?
Sınıf: Eyvallah!
K. Uğur: Tilki Volkan kardeşimiz, ayağa kalk!
T. Volkan: Eyvallah!(ince seslidir)
K. Uğur: Bize göster bakalım, nasıl nara atılır?
T. Volkan: Hieeeeeeyyyyyytttttt!!!
K. Uğur: Olmadı olmadı! Bu sesle kimse korkmaz.Bana bakın şimdi.(Nara atar.)
K. Uğur: Anladınız mı?
Sınıf. Eyvallah!
K. Uğur: Baba Oğuz kardeşimiz, ayağa kalk!
B. Oğuz: Eyvallah!
K. Uğur: Bize göster bakalım nasıl tespih çekilir?
B. Oğuz: (Tespihi cebinden çıkarır) Bismillah, bismillah, bismillah…
K. Uğur: Allah kabul etsin! Yahu beni delirtmeyin! Kabadayı öyle mi tespih çeker?
Bak şimdi: (Nasıl tespih çekileceğini gösterir.)
K. Uğur: Anladınız mı?
Sınıf: Eyvallah!
K. Uğur: Domdom Bayram karedeşimiz, ayağa kalk!
D. Bayram: Eyvallah!
K. Uğur: Bize göster bakalım, nasıl bıçak çekilir?
D. Bayram: Hiiieeeeeyyyyt! (Cebinden tırnak makası çıkarır.)
K. Uğur: Olmuyor olmuyor! Ulan o ne? Sen nasıl kabadayısın?
K. Uğur: (Cebinden bıçağı çıkarır, tam bağırırken dışarıdan bir kadın sesi gelir.)
Kadın: Uğuuurrr!
K. Uğur: Eyvah hanım çağırıyor! Buyur gülüm! (Heyecanlı bir şekilde sahneyi terk eder.)
Kabadayılar ayağa kalkar, hep beraber:
EYVALLAH…
-SON-

DÜÜT!

KAHRAMANLAR:
Anne
Baba
Çocuk

(Salonda anne ve baba birer koltukta oturmaktadır, baba gazete okumakta, anne örgü ile uğraşmakta, çocuk ise yerde oyuncakları ile oynamaktadır.Çocuk elindeki kamyonu halının üzerinde sürerek: )

Çocuk: Düüt!
Anne: Maşallah bey, oğlumuz büyüyor.
Baba: Tabii canım, kimin oğlu! Kafaya bak kafaya tıpkı ben! (Oğlunun saçını okşar.)
Çocuk: Düüt!
Anne: Hatırlıyor musun nefes almıyor diye korkudan ölmüştün.
Baba: Hatırlamaz mıyım, çok korkutmuştu kerata, aslan oğlum, akıllı oğlum benim.
Çocuk: Düüt!
Anne: Maşallah bey, oğlumuz çok zeki! Başkasının çocuğu olsa şimdi ne bulsa ağzına alırdı. Bizimki öyle mi, amanın da benim akıllı kuzuma!
Çocuk: Düüt! (Anne- baba ellerindekilerle meşgul olurken çocuk kamyonu ağzına alır.)
Anne: Bey?…
Baba: Efendim hanım?
Anne: Sence de bizim oğlan mühendis olur değil mi?
Baba: Ne münasebet canım, bizim oğlan doktor olacak.
Çocuk: Düüt! (Seyirciye bakıp gülümser.)
Anne: Aşk olsun ne var yani mühendis olsa!
Baba: Olur mu öyle şey! Doktor olacak o kadar!
Anne: Aaa ne bağırıyorsun be! Hem neden senin dediğin olacakmış, benim oğlum mühendis olacak işte!
Baba: Hanım! Adamın asabını bozma doktor olacak oğlum doktooor!
Anne: Hiç de bile mühendis!
Baba: Doktoooorrrr!
Anne: Mühendiiiiiiiss!
Çocuk: Düüüüüüüüüüüüüt! (Olduğu yere yığılır.)
Baba: Oğlum, aslan oğlum ne oldu!?
Çocuk: Düt! (Ağlar)
Baba: Düt oğlum düt!…

-SON-

KOCA SEYİT ONBAŞI (İlköğretim Okulları İçin)
OYNAYANLAR Anlatıcı Niğdeli Ali Koca Seyit Cevat Paşa Emir Subayı Fotoğrafçı(Dekor yoktur. Çanakkale Boğazı’ndaki düşman ge­milerini gösteren büyütülmüş bir fotoğraf  ya da re­simlenmiş bir pano önünde oynanabilir.) 
KOCA SEYİT ONBAŞI(Perde açıldığında ya da sahne aydınlan­dığında asıl gövdesi kuliste olduğu varsayılan bir topun namlusu görülür. Topun önünde topa mermi koymak için tırmanılması gereken iki üç basamaklı bir merdiven de vardır. Aşınmış bir tahta yükselti de denilebilir buna. Sahnede sessizlik egemendir.)

ANLATICI - Az önce burada büyük bir patlama oldu. (Eliyle göstererek) Şuraya bir yere bir bomba düştü. 1915 yılının mart ayındayız. Çanakkale Boğazı’ndaki düşman gemileri Türkiye topraklarını, kıyıda yerleşmiş Türk askerlerini top ateşine tutuyor. işte o top mermilerinden biri de bu yakınlara düştü. On iki askerimiz şehit oldu. Yirmi dört askerimiz de yaralı. Tam şurada patlamayla toprak altında kalan iki yakın ar­kadaş Niğdeli Ali ile Koca Seyit var. Şimdi onları iz­leyelim. (Kenara çekilir.)
NİĞDELİ ALİ - (Yerden kalkmaya çalışır. Üstünde kalın kaputu vardır. Doğrulur. Ayağa kalkar. Sağını solunu yoklar, yaralı olup olmadığına bakar. Yerde onu ara­maya koyulur. Korku içindedir.) Seyit… Heey Koca Se­yit. Nerdesin? Seeyit… (Arkalardan bir inilti gelir.) Kardeş neredesin… (Arkaya koşar, telaş içinde yerdeki yıkıntıların içinden arkadaşını bulmaya çalışır. Seyirciye arkası dönüktür. Toprak içinden arkadaşını çıkarır gibiyapar.) Yaralı mısın kardeş? (İniltiler içinde doğrulmaya çalışır Koca Seyit.) Yaşıyorsun çok şükür. Kalk hadi kardeş. Dayan bana… Bir yerin acıyor mu? 
KOCA SEYİT - (Zorlukla kalkarak) Yok Ali, acımıyor. Acımıyor da öldüm sandım. Ölmedim değil mi?
NİĞDELİ ALİ - Yok ölmedin Koca Seyit. Toprağa gömülüp kalmışsın. Ben de öyle. Cephanelik tümden yok olmuş.
KOCA SEYİT- (Kalkar iyice. Üstünü başını silkeler. Ken­dine çeki düzen vermeye çalışır. Ne yapsak Niğdeli Ali? (Topun yanına gider. Heyecan içinde) Ali gel hele. Be­nim topa bak. Sapasağlam duruyor. Hey aslanım top. Biz bu topla ateş edebiliriz Ali.NİĞDELİ ALİ - Edemeyiz kardeş, baksana topun vinci kırılmış.
KOCA SEYİT - (Sevinç içinde) Mermisi de burada duru­yor işte. Kundakta çocuk gibi. Yirmi sekizlik mermi… Yaşasın.
NİĞDELİ ALİ - İyi de Seyit kardeş o mermi. Kundakta çocuk değil. Vinç olmadan onu kıpırdatamayız bile.
KOCA SEYİT - Vinç gerekmez Ali. Sırtıma koyabilirsem. Gerisi kolay. (Çömelir.) Hadi kardeş, yardım et de şunu sırtıma yerleştirelim.
NİĞDELİ ALİ - Olacak iş değil Seyit.
KOCA SEYİT - Dediğimi yap Ali… Döndür şöyle mermiyi sırtıma.
NİĞDELİ ALİ - (Zorlukla mermiyi Seyit’in sırtına doğru döndürür. Bu bile çok zor gerçekleştirilir.) Ayağa kal­kabilecek misin kardeş? {Mermiyi tutmaya çalışmaktadır.)
KOCA SEYİT - Kalkarım Ali… Ha gayret Koca Seyit… Kalktım işte. (Bacaklarının üstünde zorlukla durur. İki yana salınır. Düşmemek için büyük çaba harcar. Mer­divene yaklaşır.) Hepsi topu topu altı basamak. Dayan Koca Seyit. (Zorlukla bir basamak çıkar.)
NİĞDELİ ALİ - Ha gayret Koca Seyit. Kaldı beş basamak. (Koca Seyit bir basamak daha çıkar.) Yaşa Koca Seyit, yaşa… Kaldı dört… Üç… İki… Bir… Basardın kardeş. Ya­man delikanlıymışsın.
KOCA SEYİT - (Soluk soluğadır. Şimdi şöyle çevirelim namluyu… Ağzı düşmandan yana olmalı ki… (Namlu seyircilere doğru çevrilir.) Şimdi de bir iyice nişan al­malı. Oldu. Ateş… (İki arkadaş da geriye çekilerek ku­laklarını kaparlar. Çok da güçlü olmayan top ateşi sesi duyulur. Sonra da Koca Seyitle Niğdeli Ali’nin sevinçli haykırmaları.)
NİĞDELİ ALİ - (Sevinç içinde haykırarak) Tam isabet… Koca Seyit vurdun düşman gemisini. Bak… Koca gemi yan yatıyor. Yangın çıktı gemide… Dumanlara bak…
ANLATICI - (Öne çıkar. Olanaklar elveriyorsa ışık An­latıcıya yoğunlaşır. Koca Seyit ve Niğdeli Ali kulisten uzaklaşırlar.) İzlediğiniz olay inanılmaz ama gerçek. Top mermisinin ağırlığı tam tamına 215 okka. Yani 276 kilo. Bunu yapan genç erimiz Koca Seyit, dört büyük in­san ağırlığındaki mermiyi sırtlayıp topa yerleştirebildi, koca Seyit, Balıkesir İlinin Edremit İlçesine bağlı Havran Bucağında doğmuştu. Yoksul bir aileden geliyordu. İri yarı güçlü kuvvetli olduğu için ona herkes Koca Seyit derdi. Koca Seyit’in gençliği hep savaşlarda geçti. 1912 Balkan Savaşında, 1915 de Birinci Dünya Savaşı’nda da Çanakkale’de savaştı. Koca Seyit, o gün tek başına kaldırıp ateşlediği mermiyle İngilizlerin Ocean (Oşın) adlı savaş gemisini batırmıştı. Bu inanılmaz bir olaydı. O sırada Çanakkale’deki birliğin komutanı Cevat Paşa Koca Seyit’in bataryasına gelip olan biteni yerinde görmek istedi. İşte Cevat Paşa…
CEVAP PAŞA - (O devrin üniformasıyla arkasında emir subayı daha arkada da fotoğrafçı olduğu halde gelir. Niğdeli Ali ve Koca Seyit selama dururlar. Cevat Paşa da onları selamlar.) Merhaba asker.
KOCA SEYİT - NİĞDELİ ALİ - (İkisi birden) Sağol komu­tanım.
CEVAT PAŞA- (Koca Seyit’e yaklaşır.) Koca Seyit sen misin?
KOCA SEYİT - Benim komutanım.   .
CEVAT PAŞA - (Elini uzatır sıkmak için. Koca Seyit etini öper Cevat Paşa’nın) Seni kutlarım Koca Seyit. (Emir subayının uzattığı V biçimindeki kırmızı şeritleri Seyit’in iki koluna da takar. Gösterdiğin kahramanlık nedeniyle seni onbaşılığa terfi ettirdik. Hayırlı olsun.
KOCA SEYİT - Sağol komutanım.
CEVAT PAŞA - Bundan böyle Seyit Onbaşısın. Seyit Onbaşı, yanımda fotoğrafçı da getirdim. Mermiyi sırtında taşırken bir fotoğrafını çekecek. Bu fotoğraf da tarihe tanıklık edecek. Mermi şurada… Hadi Seyit Onbaşı. Arkadaşın da sana yardım etsin.
KOCA SEYİT- Başüstüne komutanım.(Koca Seyit Niğdeli Ali’nin de yardımıyla mermiyi sırtlanır. Ayağa kalkmaya çalışır başaramaz. Bir daha dener, beceremez. Ali yardım eder, ayağa kalkması için. Seyit yine yapamaz. Uğraşır. Ter içinde kalır, soluk soluğa çabalar.) Kaldıramıyorum Paşam. Bağışlayın. O gün savaşın öfkesi hırsı içinde yaptım besbelli.
CEVAT PAŞA - {Bir süre gülerek bakar.) Üzülme Seyit Onbaşı. O merminin aynını tahtadan yaptırıp resmini öyle çekeriz.
ANLATICI - İşte böyle arkadaşlar. Ders kitaplarında da gördüğünüz resim Seyit Onbaşı’nın gerçek mermiye benzeyen tahtayı kaldırırken çekilmiş fotoğrafıdır. Sahici mermi değildir. Zaferden sonra Seyit Onbaşı yine yok­sul bir köylü olarak yaşadı. Odunculuk yaptı. 1939 yılının aralık ayında soğukta çalışıp terleyen sonra da üşüten Seyit Onbaşı zatürreden öldü. Öldüğünde elli yaşındaydı. Ölümünden yirmi sekiz yıl sonra 1967′de Seyit Onbaşı’nın doğduğu Havran ilçesine Koca Seyit İlkokulu açıldı. Törende Kurtuluş Savaşı kah­ramanlarından biri olan Seyit Onbaşı saygıyla sevgiyle anıldı. İşte bugün biz de onu andık. Yurdumuzun kur­tarılmasında kahramanlıklar göstermiş pek çok in­sanımızı anmak bize düşen bir borçtur. Unutmayalım ki Seyit Onbaşı gibi insanlarımızı anmak, tarihimizi ve on­ları yaşatmaktır.

BEŞ PARASIZ

OYUNCU KADROSU:


Derya ( Kız )

Selim ( Erkek )

Garson ( Erkek )

 

DEKOR: Olay bir kafede geçmektedir. Masa, sandalye ve kafede bulunan başka eşyalar.

 

(Oyun Selim ile Derya’nın yorulmuş bir halde sahneye  girişiyle başlar.)

 

Derya:_ Hayatım saatlerdir yürüyoruz, artık biraz duralım. Bi şeyler yiyelim ya, acıktım ben.

Selim :_ Olur mu hayatım. Bak şu blokları geçince sahile inicez. Orada böyle çıtır çıtır simitleri yerken dinleniriz. Taş sektiririz, martıları seyrederiz.

Derya:_ Selim bak bir haftadır çıkıyoruz. Her buluşmamızda simit yiyoruz, martıları seyrediyoruz, taş sektiriyoruz. Çay bile içmedik daha. Bana bak Selim, babam fabrikatör derken yalan mı söyledin yoksa?

Selim :_ Ne alakası var Derya. Babam da var param da…(Kendi kendine konuşur.) Gerçi param yol parası kadar ama…

Derya:_ Bir şey mi dedin?

Selim :_ Hayır sevgilim. Şimdi burada bizi kazıklarlar.Biliyorsun ben böyle şeylere sinir oluyorum.

Derya:_ Ben gidiyorum Selim. İster gelir benimle oturursun, ister sahile gider simidini yersin, martılarını seyreder, taşını sektirirsin.

Selim :_ Tamam sevgilim tamam sakin ol.Gidelim, buyrun.

( İkisi de kafede bir masaya otururlar.)

Selim :_ Ne kasvetli yer burası Derya ya! Gidelim hadi gidelim.

Derya:_ Ay saçmalama Selim daha yeni geldik oturalım bi şeyler yiyelim, içelim ya!       

Selim :_ Tamam Derya tamam oturalım. Ama bi şeyler yiyip içme kısmını geçelim lütfen. Hem kalbim de var. Tansiyonum da düşer gibi oldu. Tertemiz havaya çıkalım. Hem taş sektiririz. Martıları da seyrederiz.   

Derya:_ Selim yakıcam ama martılarını senin tek tek. Senin kan şekerin düşmüş, ben sana tatlı ısmarlarım olur biter. Gaarsooon…     

Selim :_  Hayır Derya hayır. Zaten şekerim de var. Tatlı falan dedin içim bi hoş oldu yani. Hadi gidelim.

( Garson gelir.)

Garson:_ Tam yerine geldiniz beyefendi. Diyabet hastaları için hazırladığımız menüyü takdim edebilir miyim?

Selim :_ Hayır edemezsiniz kardeşim. Biz düşündük, kalkalım.

           Garson:_Tatlı menümüzü sayayım. Tatlıları açın lütfen.Baklava, kazandibi, keşkül, krem şkola, tremisu, hanım göbeği.

Derya:_ Ah bravo.

Garson:_ Tersten de sayabilirim.

Derya:_ Ben kazandibi alıcam.

Garson:_ Kazandibi, hemen yazıyorum efendim.

Selim :_ (Kağıda bakar.) Kazandibi…

Garson:_  12.5 YTL. Dondurma olsun mu ? 17.5 YTL.

Derya:_ Ah tabi ki…Eh sen ne diyorsun aşkım?

Selim :_ (Kendi kendine) Bu hesabı ödeyemezsem yerin dibine giricem valla.

Garson:_ Evet kazandibi…(Getirir masaya koyar.)

Selim :_ Olamaz, bu tatlı yanık. Yanmış, dibi tutmuş bunun. Kazanın dibini napıcaksın? Kanser olursun. Zararlı. Götürün bunu kardeşim. Yapmayın böyle şeyler.

Derya:_ Selim, adı üstünde kazandibi. O zaman prof…….   Yiycem tamam mı?

            Selim :_ Pro……… mu? Daha adını bile bilmiyorum. Sen bir de yemeyi düşünüyorsun.

            Derya:_ Pro  diyorum Selim pro  tamam mı

Selim :_ Oldu canım. Elin garsonu……………….. diyemiyorum diye benimle dalga geçsin.

Derya:_ Ben söylerim Selim tamam mı?Ay çekemem valla. Gaarsooon…

(Garson gelir.)

Garson:_ Karar verdiniz mi efendim.

Selim :_ Garson demedi, bu son dedi son. Bi daha buraya gelmiycekmiş.

Garson:_ Af edersiniz bi terbiyesizliğimizi mi gördünüz. Yoksa önce tatlıları getirdiğimim için mi kızdınız. Size, özel bir menümüzü tavsiye edebilir miyim? Özellikle kömürde pişmiş döner.

Selim :_ İstemiyoruz kardeşim al tavsiyeni  başına çal.

Derya:_ Ay garson bey doğru söylüyor. Neden döner yemiyoruz hayatım?

Garson:_Duydunuz mu?

Selim :_ Bak şimdi devrim döndü Derya. Hamzacım istemiyoruz döner möner.

Derya:_ Ay buranın iskenderi de iyi oluyormuş hayatım. İskender istiyorum, İskender, İskender.

Selim :_ Garsoncum sizde İskender kalmadı diy mi? Hay Allah kalmamış, kalmamış.

Garson:_ İskenderimiz mevcut, hem de bol yoğurtlu. Yazıyım mı?

Derya:_ Yazın.

Selim :_ Yazma Hazma!

Derya:_ Yaz Hazma!

Selim :_ Yazma!

Garson:_ (Sinirlenir.) Biftek tavsiye edebilir miyim?

Derya:_ Peki o zaman biftek olsun.

Selim :_ Aşkım ne bifteği ya, kolesterol yapar biftek miftek.

Derya:_ Ay benim kolesterol sorunum mu var Selim.

Selim :_ Ama bu gidişle olucak. Hani sen rejimdeydin hayatım.

Derya:_ Rejime yarın başlıycam. Bugün doya doya yemek istiyorum.

Selim :_ Doya doya mı? Ben de doya doya ağlamak istiyorum.Hem yaz geldi bak elbiselerin de üzerine olmıycak sonra.

Derya:_ Ay haklısın galiba. En iyisi hepsinden az az yemek.

Garson:_ Hepsinden az az dediniz aklıma bi şey geldi. Ortaya karışık ızgaraya ne dersiniz?

Selim :_ Etme kardeşim etme. Sen de et met yeme Derya. Kim bilir hangi eti kullanıyorlar.

Derya:_ Nasıl yani Selim et met yeme. Saçmalama.

Selim :_ Deli dana falan olursun.

Derya:_ Selim ya deli dana mı kaldı?

Selim :_ Niye Derya, deli danalar psikolojik tedavi mi gördü?

Derya:_ Çok esprilisin Selim ha ha ha…

Garson:_ Bence siz biraz düşünün. (Gider.)

Selim :_ (Kendi kendine…) Ulan bütün bulaşıkları yıkatıcak bana.

Derya:_ Bi şeymi dedin hayatım.

Selim :_ Derya bi şey dikkatimi çekti. Sen hiç ortalıkta kedi gördün mü?

Derya:_ Görmedim, ne alakası var şimdi?

Selim :_ Hıhğt hıhğt. Karışık ızgara, cız bız cız bız. Yazık kediciklere diy mi kalk gidelim aşkım.

Derya:_ Ay ay şimdi o kedileri ızgara mı yapıyorlar. Ama benim karnım aç, beyaz et yiyelim o zaman.

Selim :_ Tavuklar hormoınlu derya. Sonra bıyıkların çıkar. Hadi gidelim canım.

Derya:_ Ay iğrenç. Ya hiç olmazsa bi şeyler içseydik aşkım. Kapuçino içseydik.

Selim :_ (Kağıda bakar.) Kapuçino mu? 9 YTL.

Derya:_ O zaman ekspres olsun.

Selim :_ O da 9.5 YTL.

Derya:_ Vazgeçtim şarap olsun.

Selim :_ (Şaşırır.) 25 YTL mi? (Fenalık geçirir.) Su su Derya su.

Derya:_ Ay buraya kadar geldik su mu içicez Selim ya. Ben yokum.

(Selim iyice fenalaşır, yere düşer.)

Derya:_ Aşkım iyi misin? Ay garson bi bardak su getirir misin. Gidiyoruz tamam mı hayatım?

Selim :_  Gidiyor muyuz Derya, gidiyor muyuz?  Taş sektiririz Derya.

Derya:_  Hayatım taş sektiricez, simit yicez tamam mı? Kapalı alan sana yaramıyor.

Selim :_ Hesap ne garson?

Garson:_ Ne hesabı efendim? Siz bizim yüz bininci müşterimizsiniz Her şey bizim ikramımızdı. Ama siz sadece su içtiniz.

Selim :_ Şimdi her şey sizin ikramınız mı? Beni deniz kenarına götür Derya, taş sektirelim Deryaaaa!..

 

BİR DELİ…

(Sakin bir ortam sahnede yine bir bank ve onun yanında çöp kutusu.bir adam bankın üstüne oturur ve elindeki dergiyi yada gazeteyi okumaya başlar,elindede bir çikolata varır çikolatayı yedikten sonra yere atar ve olduğu yerden uzaklaşır tam bu sırada diğer taraftan bir adam koşarak sahneye girer daha sonra sakinleşir garip garip gülmeye başlar bu adam tımarhaneden kaçmış bir adamdır ve sahnede kendi kendine konuşmaya başlar)

 

Mülayim:ne kadar tuhaf insanlar var çöp kutusu yanlarındayken bile onu umusamıyorlar(çöpü çöp kutusuna atar) ah bilseniz sizinle konuşmayı ne kadar özledim.tabi şimdi siz beni merek edeceksiniz.ya da sizle neden konuşmak istediğimi…. ben az ötedeki akıl hastanesinden kaçtım uhh çok yoruldum deminden beri sizlerle konuşmak için bir sürü adamı peşime taktım.efendim ben mülayim bakan gördüğünüz üzere sürekli bakıyorum efendim çünkü bakmak bazen görmekten daha güzeldir çünkü bazı insanlar görmeyi şeytanlık yapmak zannetmiştir bugüne kadar hep birilerinin menfaatlerine bakmıştır insanlar ve bakmakla yetinememişler aynı zamanda görmüşlerdir ve maalesef gördükleri şeyleri sahiplenmişlerdir işte bunların kurbanlarından biriyim hemde hiç beklemediğim insanlar tarafından dolandılırıldım (güler)karım beni aldattı bununla da yetinmeyip bankadan paralarımı çekip kaçtı,amcamın oğlu dükkan açmıştı bende ona kefil olmuştum battı parayı ben ödedim ve dolayısıyla ben battım niye güldüğümü merak ediyorsunuz ee deliyim ya gereği gibi davranıyorum ama deli olduğumdan utanmıyorum çünkü ben bu hayatı deli olduktan sonra anladım her şeye sahip bir işadamıyken nasıl bir kimsesiz divane oluşumun içendeydi hayatın kendisi hatta bizzat resmiyle beraber sonra açtım elimi Allahım’a beterinden sakla yarabbim dedim çünkü bir zenginken fakir eden Allah neden daha kötüsünü yapamasın bunu anladım diğer sonradan anladığım şeyler gibi… ben zenginken hiç gözümü doyuramamıştım ama deli olduktan sonra sokaklarda açlıktan geberme nöbetleri geçirdiğim günlerde anladım doymak nedir.gözü başkasının menfaatini gören insanların sayesinde dedemin neden soyadımızı bakan koyduğunu öğrendim ve şükür duası ettim evet evet hatta şükür duası nedir onu öğrendim hayatımda hiç yaşamadığım ve yaşamak istemediğim paylaşmak duygusunu öğrendim sokakta benim gibi yalnız ve ıssız arkadaşlarımla,arkadaşlık nedir onu öğrendim… karşılıksız ve maddiyatın olmadığı arkadaşlıklarım oldu soğuk kıçımızı ısıttığız ateşin çevresinde siz hiç banka  külübelerinde uyudunuz mu? Biliyorum uyumadınız ve uyumakta istemezsiniz herhalde,öyle güzeldi ki birlikte yedi sekiz kişi tıkış tıkış yatardık o kulübelerde ben çok memnundum bu durumdan!çünkü hayat arkadaşım diye rahat ve konforlu yataklarda yanımda yatan sahtekar kadınıda biliyordum.zenginliği gerçek hayat zannederdim hep ve parasız hayat yok derdim parasızlığı ölümle eşdeğer tutardım ama bence fakirlik ve sefalet benim hayat sandığım zenginlik yalanından daha gerçekmiş bunu öğendim(bankın arkasından bir adam geçer)

Adam:aa manyak mı ne? Kendi kendine konuşuyor kafası iyi herhalde

Mülayim:size de merhabalar efendim.evet sizinle konuştuğum zaman bana deli diyorlar çünkü insanoğlu birisiyle konuştuğu zaman karşı taraf cevap vermiyorsa sizi gören insanlar ya sizi deli zanneder yada karşı taraftaki konuşmayanı.

Ne demiştik işte ben doymak nedir deli olduğumu anladığım an herşeye doyduğumda akıl denilen servetimi yitirmiştim.ama başka bir akıl vermişti bana cenab-ı hak eskiden kafam hep paraya çalışırken para diye geberirken şimdi hayatın başka manevi güzelliklerine çalışıyor eskiden para deyince kendimi rahatsız hissederdim,huzursuz olurdum hep benim olmasını isterdim şimdi doyabileceğim kadar parayla daha mutlu olunacağını öğrendim.ama ben bunları zenginken göremedim(içeri bir adam girer)

Seyfi:ne konuşuyorsun kendi kendine be adam off bittim ben bittim

Mülayim:size de merhabalar efendim neden bittiniz hayrola

Seyfi:yakalandım polis her yerde beni arıyor

Mülayim:neden arıyor?

Seyfi:hortumculuk,vergi kaçakçılığı,ihaleye fesat karıştırma

Mülayim:muhteşem üçlü yani,çünkü bu vakaların birini yapan geriye kalan ikisini de yapıyor muhakkak

Seyfi:bari  şöyle 2-3 yıl verseler de kurtulsam

Mülayim:merak etme kurtulursun zaten bu ülkede kim kurtulmamış ki sen kurtulamayasın ama kurtulmak dediğin zengin olup ve hırs yapmaksa bu bir kurtuluş mudur onu da bilemem

Seyfi:ne diyorsun be adam zaten bitmişim ben hem sen kimsin

Mülayim:ben arka mahalledeki tımarhaneden firar etmiş bulunan mülayim bakan..

Seyfi:hey Allah ım bizde derdimizi kime anlatıyoruz….

Mülayim:anlatmaktan utanmamalıdır insan.her zaman anlatmalıdır içindekini.eğer içine atarsa kendi kendini parçalar.insan anlatmakla bir şeyleri paylaşır derdini sevgisini anlatarak paylaşmalıdır ki bunu için verilmiştir ona anlatma yeteneği eğer anlatacaklarını içine atarsa neye yarar insan olmanın önemi.biz derdimizi anlattıkça o kadar rahatlarız ki  bazen ağlarız bazen güleriz anlattıkça .aşık olmakta böyledir işte içindekini sevdiğine anlatmak ve her sevgi anlattıkça alevlenir aslında aşk rahat durmaz tek kişide o hep paylaşılmak ister derdinizi anlatın ki derman bulun derman buldukça kamçılanır insanın yaşama umudu.

(içerden genç bir adam girer)

Kemal(sessizce oturur):offfffff

Mülayim:size de merhabalar

Kemal:ne diyorsun yaa

Mülayim:ne oldu? Yoksa sevgilinden mi ayrıldın?

Kemal:aynen öyle Allah Allah!! Sen kimsin hemşehrim yavv

Mülayim:ben arka mahalledeki tımarhaneden kaçan mülayim bakan!!

Kemal:anlıyorum!

Mülayim:deli olduktan sonra en çok duyduğum laf!ee neden ayrıldın

Kemal:kimden!

Mülayim:sevgilinden

Kemal:babası vermedi kızı bana         

Mülayim:ne kadar garip sanki babası evlenecek evlatlar sevdikten sonra bizlere bok düşer sözü ne kadar doğrudur  aslında bizde iki kişinin aşkına onay vermek bir adettir bazen gerçekten sevenleri ayırırız bazen de birbirlerini hiç tanımayan iki kişiyi evlendiririz bunu anlamak gerçekten mümkün değil sevmek bir insanı tanımakla başlara halbuki ama sözlerle değil yada yüz güzelliğiyle değil göz güzelliğiyle gözler birbirine aşık olduktan sonra gerisi hikayedir çünkü gözler kalbin kapısıdır oradan içeri girebildiysen görünüş hiç önemli değildir işte aşk böyle başlar sonra kalpte bir heyecan başlar ne tıppın nede bilimin bilemediği bir salgıdır bu…

daha 17 yaşındaydım babamın sürekli çıkan tayinlerinden dolayı hep memleket değiştiriyorduk bu kez tayin Diyarbakır’a vurmuştu lise son sınıfa geçmiştim.. sınıfa girdiğimde herkes bana değişik biçimlerde bakıyordu.sonra sırama geçip oturduğumda tam çaprazımda oturan bir kız gördüm o kadar güzel bakıyordu ki esmer tenine yeşil gözüne öyle yakışmış ki sonra bir müddet bakıştık daha sonra bir hanım edasıyla çevirdi yüzünü bende utanmıştım o güne kadar hiçbir kıza o kadar uzun bakmamıştım aradan kaç teneffüs kaç ders geçti…sonra ben kalem isteme bahanesiyle yanına gittim o arada hiç anlayamadığım şekilde tanıştık bu tanışma bir süre sora arkadaşlığa sonra aşka dönüştü ömrümde hiç hissetmediğim duyguları yaşıyordum.ve şiir yazmaya başlamıştım aklıma o kadar güzel şeyler geliyordu ki onunla ilgili bir gün ona gül koparıp götürmüştüm gülü vereceğim sırada öğretmen bizi gördü hem benim ailemi hem de onun ailesini çağırdı okula babamda bir araba dayak yedim o da tabii kendimden çok ona üzülmüştüm  çünkü o yeşil gözleri  çok korkunç bir hal almıştı sonra bana görüşmek istemediğini söyledi ama yalan söylüyordu bu gözlerinden anlaşılıyordu sonra gecelerce ağladım gecelerce uyuyamadım çünkü aşık olmuştum sonra onunla evlenme kararı almıştım babamın verdiği harçlıkları biriktirip ona yüzük aldım günlerce okulda aç kaldım ama olsun ona aldığım yüzüğün bol gelmesinden korkmuştum.

Sonra aileme söyledim babam o gün beni yine iyicene dövdü yüzükte dayak yerken cebimden çıktı sonra harçlıktan kesti beni..ama ben kararlıydım onu alıp kaçıracaktım

artık okulun son günleri gelmişti sonra onu yanıma çağırıp evlenmek istediğimi söyleyecektim yaptım da okulun son günü karneleri aldıktan sonra elinden tutup kaçamak bir yere götürdüm elini tuttum ve birden elinde yüzük gördüm yıkılmıştım onu çoktan nişanlamışlardı o da ağlıyordu bende  ve ağlayarak hıçkırıklarla terk ettim orayı….ama hiçte pişman olmadım çünkü aşık olduğumu hissettiğim zaman daha çok sevmiştim hayatı geleceğe daha sıkı sarılmıştım işte bu yüzden sevmelidir insan sevmek insanı kötüden şeytanlıktan saklar hayatın engellerinden daha çabuk daha zararsız geçirir insanı…

kemal:ağabey sen kiminle konuşuyorsun?

Mülayim:kendimle(Biri daha gelir,adam çok dertlidir birden koltuğa çöker)

Mülayim:ne oldu beyefendi sizin şikayetiniz nedir?

Serhat:(etrafında kilere bakar)bu adam da kim yav?sende kimsin kardeşim

Mülayim:ben arka mahalledeki tımarhane den kaçan mülayim bakan

Serhat:ee ne var

Mülayim: bugün herkesin başı dertte..yoo bir şey yok esasında sadece derdinizi merak ettim çok hüzünlü oturdunuz sadece bu yüzden

Serhat:şerefsiz ev sahibi gene kirayı artırmış memur maaşı gene azalmış evde huzur yok!oğlum okuyor para gönderemiyorum , sigaraya zam gelmiş,karım isyanlarda sanki bunların olmasını ben istemişim gibi daha ne olsun…….

Mülayim:anlıyorum kardeşim.görüyorsunuz değil mi yada anlıyor musunuz şu hayatımızı zehir eden şeye bazen yeşil oluyor, bazen sarı oluyor her dile göre isim değiştiriyor,o olmadan huzur olmuyor,o olmadan sevgi olmuyor ki buna hiç inanmıyoruz ama kendimizi kandırıyoruz,ve o olamadan hayat yaşanmıyor paradan bahsediyorum o yuvaları yakan çoğu zaman gözyaşlarını akıtan,ihanete sürükleyen,insanın aklına bin bir şeytanlık getiren  şeyden

Eksik olduğunda bize eksik kelimesinin ne demek olduğunu hatırlatan bir anlamda.siz hiç parasız kaldınız mı desem çoğunuz bir yerde bir zaman yoksul olmuşsunuzdur yada hissetmişsinizdir belki bazılarınız hissetmemiş yada olmamış olabilir ama yoksul olmak parasızlık değildir sadece çok zengin olup ta parasızda olabilirsiz çünkü fikir yoksunu bir para geleceğin en  büyük yoksuludur aynı zamanda zira az parayla mutlu olmakta bir mutluluktur.para kazanma işi biraz tanrının bize bahşettiği ama bizim kullanmaya denemdiğimiz aklı kullanmakla mümkündür aslında.düşünün sigara içmeyen bir insanın cebinde en az iki milyon kalır ve günde iki paket sigara içmeyen insanın cebinde haftalık yirmi sekiz milyon kalır bunu dört ile çarptığınız zaman ayda cebinize yüz on iki milyon kalır bunu yıl olarak hesaplarsanız bir milyar üç yüz kırk dört milyona tekabül eder ve işte bağımlılığınızın size cezası size yılda milyarla çıkıyor ve sizin verdiğiniz paralarla bu döngü dönüyor.hayatta her şey birbirine bağlı olayların devamıyla süregelmiştir virgülsüz bir cümle gibi sürekli devam eder her sebebin bir sonucu vardır ve her sonuç bir sebebe zemin hazırlar hayatta olayların etrafında  döner güneşin dünya üzerinde döndüğü gibi olaylar öyle değişir ki siz güneşin o güzel dokunuşuyla mesut iken birden kış bastırabilir.. işte hayat böyledir.. mevsimlerin hızlandırılmış halidir ama unutmayın ki her kışın sonunda bir yaz ve her yazın sonunda bir kış vardır.işte gördüğünüz gibi nereden nereye geldik bir para bizi hayatın temeline götürdü.o bize her şeyi yaptırıyor. bu dünya yalancı cennettir diye boşuna söylenmiyor çünkü  bu dünyada paran olduğu sürece cennet yaşarsın sevapların yerini para alır burada ama para dünyadan daha büyük bir yalandır çünkü sonu yoktur bir kere.para;bu dünyada sonu olmayan tek değerdir çünkü sıfır her ne kadar toplamada etkisiz eleman olsa da hayat için çok etkin bir elemandır. paranın bu yalancı hayat devam ettikçe  sonu yoktur ama bizler hayatın sonunu görecek kadar  uzun ömürlü olamayabiliriz.ve sizden son olarak şunu istiyorum(bankta oturanlara hitap ederek)her para kazanışınızda bir düşünün elinizdeki paralar kaç euro,dolar,pound sevaba denk gelecek  kaç…

Buraya neden geldiğimi belki anlamamış olabilirsiniz.bu gördünüz banka ben her ay gelirim çünkü burası çok güzel bir yerdir insanlar gelir gider..ve hepsinin bir derdi bir şikayeti vardır onları dinleyerek kendimce şeyler söylemeye çalışırım ama kendimce kendimle çünkü benim hayatta yaşamam için gerekli bir şey yok aklını kaybetmiş bir insanım ben akıl hastasıyım en kaba tabirle ama istiyorum ki benim harcadığım akıl servetimi başkaları harcamasın istiyorum cebinize sadece paralarınızı koyun aklınızı değil.

Neyse efendim beni dinlediğinizi için teşekkür ederim zira hastahanedekiler beni merak ederler son olarak aşkı hayatın olduğu her yerde engelleri, sınırları tanımazca yaşatın ama parayı sadece paranın olduğu yerde yaşatın….sizde(banktakilere) seslenir

 Hadi Allahaısmarladık…..

Acil Hasta

Hasta insan modeli sedye içinde iki hasta bakıcı tarafından nani nani dîye ses çıkararak doktor odasına getirilir.

Hasta sıra üzerine yatırılır. iki hemşire hastanın yanına gelerek.

1 HEMŞIRE Hastanın durumu kötü görünüyor

2. HEMŞIRE: Evet hemen doktor beye haber verelim.

(ikinci hemşire haşlanın yanından ayrılarak doktora seslenir)

2 HEMŞIRE: Doktor bey, doktor bey ‘ Acil hasta var!

(Doktor gelerek kısa bir inceleme yapar)

DOKTOR: Hastayı ameliyat edeceğiz hemen hazırlıkları yapın.

 HEMŞÎRE:Peki doktor hey.

(iki hastabakıcı masa örtüsü î/e perdeleme yaparlar.doktor ameliyat için araç gereç isten

DOKTOR: Hemşire hanım çekiç

LHEMŞ1RE; Buyurun Doktor Bey

DOKTOR : Takoz ve testere

HEMŞIRE: Buyrun Doktor Bey

(Alın.an malzemelerle çeşitli sesler çıkarılarak hastanın kesildiği izlenimi

verilir. Doktor hastanın akciğerlerini alarak gösterir)

DOKTOR : Gençliğinde çok sigara içmiş vah zavallı akciğerler fabrika bacası

gibi olmuş, at çöpe gitsin. (Der, ciğerl eri çöpe atar.Bir hemşire kenarda çöp

DOKTOR : Maaşallah maaşallah, mide değil ambar sanki içinde bir ben

yokum ne bulduysa yemiş Bu mide iş yapmaz. Al çöpe gitsin. ( Der. mideyi çöpe atar. Karaciğeri a!ır , gösterir ) _

DOKTOR : Vah karaciğer vah, senden organ bağışı bile olmaz/ ( Der, çöpe atar, kalbi eline alır. )

DOKTOR : Bu kalp kan yerine alkol pompalamış, pompalamaktan yorulmuş iş yapmaz al çöpe gitsin. Der çöpe atar. bağırsakları gösterir )

DOKTOR : Şu bağır sak! arın haline bakın. Kördüğüm olmuşlar. Bu bağırsaklardan kokoreç bile olmaz. At çöpe gitsin (der çöpe atar,sonunda hastayı iki eliyle havaya kaldırarak )

DOKTOR . Bu adam fazla bite yaşamış .Af çöpe gitsin {der adamı çöp kovasına atarlar Kova sedyeye konulur hasta bakıcılar nani nani diye bağırarak oradan uzaklaşırlar.

OYUNCULAR

2 Hasta bakıcı : Önlük

2 Hemşire : Beyaz etek yada pantolon , beyaz gömlek .kep
Doktor : Beyaz gömlek . steteskop gözlük

EN İYİ ARKADAŞ
Çocuk Kitapları Haftası Piyesi

Kişiler
Gülseren - Dede - Ayşegül - Murat - Baba

1. Perde
(Bir kitaplık odası. Dolaplar, etajerler kitaplarla doludur. Köşede bir çalışma masası ve yanında birkaç koltuk bulunmaktadır. Yaşlı, ak sakallı bir ihtiyar, bu koltuklardan birine oturmuş, kitap okumaktadır. Bu sırada biri erkek, öteki kız iki çocuk saygılı bir şekilde ayaklarının ucuna basarak içeri girer.)
Gülseren— (ihtiyarların yanına iyice sokularak) Dedeciğim!
Dede— (başını okumakta olduğu kitaptan kaldırarak) Ne var yine yavrum! Kitabımı rahat rahat okumayacak mıyım?
Ayşegül— Annem, babam yemeğe bekliyorlar sîzi.
Dede— (canı sıkılmış gibi) Yemek, yemek, yemek… Başka şey düşündükleri yok şu insanların…
Ayşegül— Ama dedeciğim, yemek yemeden nasıl yaşarız sonra?
Dede— (gülümseyerek) Haklısın tatlı kızım… Ama insanlar yemeği bu kadar sevdikleri kadar okumayı da sevmiş olsalardı, dünya daha güzel olurdu sanırım.
Murat— (Gülseren’in arkasından) Dünya güzel değil mi dedeciğim?
Dede— Ooo! Sen de mi buradaydın? Demek beni yemeğe götürmek için çift koruyucu gönderiyorlar. Ne yapalım gideceğiz çaresiz…
Murat— Babam da annem de çok üzülüyorlar siz yemeğe gelmeyince. Yemeğin tadını bulamıyoruz, diyorlar.
Dede— Haklılar… Onlara bir diyeceğim yok.. Benim yerimde olsalar, onlar da pek az yemeği düşünürlerdi.
Gülseren— Okumak o kadar tatlı mı dede?
Dede— Elbette, dünyada okumaktan tatlı çok az şey vardır. Hatta bence hiçbir şey yoktur…
Murat— Dede! Siz neden başkalarının dedeleri gibi sokağa, kahveye, parka çıkmıyorsunuz? Arkadaşlarınız yok mu sizin?
Dede— (gülümseyerek) Arkadaşsız insan olur mu? Benim birçok arkadaşım var. Beş on günde bir onlarla konuşurum. Bu da bana yeter.
Gülseren— Galiba yalnızlığı çok seviyorsunuz.
Dede— Yalnız olduğumu da nereden çıkardın!…
Gülseren— Ama dedeciğim, bütün gün evde, bu odada yalnız değil misiniz?
Dede— Kim söyledi size yalnız olduğumu?
Murat— Yalnız olduğunuzu her gün görüyoruz ya!
Dede— Yanılıyorsunuz öyleyse, benim bu odada her gün yüzlerce arkadaşım, dostum var…
Gülseren— (elini ağzına tutup gülerek) Hah hah ha…Çok şakacısınız dedeciğim.
Dede— Şaka mı? Ne şakası!
Murat— Elbette şaka dedeciğim. Hani o yüzlerce dediğiniz arkadaşlarınız! Neredeler?
Dede— Hepsi de yanı başımda, karşımda duruyorlar.
Gülseren— Şu anda burada değiller herhalde…
Dede— Neden olmasınlar? Buradalar işte…
Ayşegül ve Murat— (hayretle) Buradalar mı?
Dede— Evet buradalar. Neden şaşırdınız öyle?
Ayşegül— Affedersiniz dedeciğim. Burada kimseyi göremiyoruz da…
Dede— (gülerek) Ya!… Demek göremiyorsunuz öyle mi? İsterseniz sizi onlarla tanıştırayım. Ne dersiniz? Murat— Kimlerle tanıştıracaksınız?
Dede— Arkadaşlarımla… Murat— Korkarız biz…
Dede— Neden korkuyorsunuz…
Murat—Sizin görünmeyen arkadaşlarınızdan…
Dede— Sen de Murat gibi mi düşünüyorsun Gülseren!
Gülseren— Hayır ama yine de…
Dede— Evet. Tamamla sözünü… Yine de…
Gülseren— Yine de görünmeyen varlıklarla tanışmak gelmiyor içimden…
Dede— (Kahkahayla güler.) Hah hah hah ha… Demek korkuyorsunuz.
Murat— Ancak masallardaki cinler, periler görünmez dedeciğim… Sizin arkadaşlarınız da görünmediğine göre…
Dede— (Sözünü keser.) Birer cin, peri olmalı değil mi?
Gülseren— Başka türlüsü aklımıza gelmiyor…
Dede— Benim arkadaşlarım öyle görünmeyen cinsten değil… Hepsi de gözle görülür, elle tutulur şeyler…
Murat— (hayretten ve korkudan büyümüş gözlerle) Fakat bize görünmüyorlar işte…
Dede—Tanışmak istiyor musunuz?
Gülseren— Bize kendilerini gösterecekler mi?
Dede— Görmek istedikten sonra her zaman görürsünüz…
Murat— Bize bir kötülük yapmazlar değil mi?
Dede— (Yerinden doğrulur.) Sizi saçma masallarla çok korkutmuş olmalılar. Gelin size arkadaşlarımı göstereyim. Onları tanıyınca ne kadar zararsız, üstelik de yararlı şeyler olduğunu göreceksiniz. (Her ikisinin de ellerinden tutarak kitap dolaplarından birinin önüne götürür.) İşte arkadaşlarımdan birkaç tanesi burada duruyorlar…
Gülseren— Ama bu kitap dolabı, içerisinde de kitaplardan başka bir şey yok…
Dede— İyi ya… İşte benim arkadaşlarım bunlar…
Murat— (hayretle) Kitaplar mı?
Dede— Evet, kitaplar… Onlardan iyi arkadaş olur mu?
Gülseren— Biz de sanmıştık ki şey… (Sözünü keser.)
Dede— (gülerek) Dedenizi görünmeyen birtakım garip yaratıklarla arkadaşlık ediyor sanmıştınız değil mi? Bunun için de korktunuz…
Gülseren— Evet, ne yalan söyleyelim korkmuştuk.
Dede— İşte arkadaşlarımı gördünüz. Bunlar daha yüzlercesi, binlercesi, yazılmış, yazılacak kitapların hepsi benim arkadaşlarımdır.
Murat— Ama dedeciğim! Kitap camız bir şey, sizinle ne konuşabilir, ne de söylediklerinizi anlar.
Dede— Yanılıyorsun… Hem konuşur, hem de cevap verir…
Gülseren— Konuşur mu?
Murat— Cevap mı verir?
Dede— Evet…
(Bu sırada baba girer.)
Baba— Çocuklar, ben size dedenizi çağırın demedim mi? (dedeye) Yemeğe gelmiyor musunuz baba?
Dede— Çocuklar söyledi. Geleceğim. Fakat onlarla
biraz işimiz var.
Baba— Sofrada sizi bekliyoruz.
Dede— İsterseniz siz yemeğe başlayın. Ben sonra (çocukları göstererek) Gülseren ve Murat’la yerim.
Baba— İşiniz acele mi?
Dede— Biraz öyle sayılır. Meraklı bir konu üzerindeyiz. Bu küçük yaramazlara dünyada gezmekten, yemek, içmekten daha önemli zevkler de bulunduğunu öğretmem gerekecek…
Baba— Peki, nasıl isterseniz. Sizi bekleyeceğiz… (Sahneden çıkar.)
Dede— Evet… Nerede kalmıştık çocuklar?
Murat— Kitaplar hem konuşur, hem de insana cevap verir demiştiniz…
Dede— Evet, doğru… öyle demiştim.
Gülseren— Fakat nasıl olur dedeciğim!
Dede— Çok basit, gelin bakalım. (öncelikle kendisi koltuğa oturur.) Şöyle yanıma oturun. (Çocukladan biri koltuğun bir tarafına, öteki de diğer tarafına otururlar.)
Murat— Bizi çok şaşırttınız dedeciğim; önce kitaplar benim dostum, arkadaşım dediniz, sonra da onların sizinle konuştuğunu söylediniz.
Dede— Evet, gerçeği söyledim size. Kitaplar benim en yakın dostlarımdır. Şimdi siz bana cevap verin bakalım; İnsan arkadaşı niçin arar?
Murat— Gezip konuşmak, hoşça vakit geçirmek için.
Dede— Güzel. öyleyse kitaplar kadar iyi bir arkadaş yok demektir!
Gülseren— Neden?
Dede— öncelikle kitap insana gerçekten hoş vakit geçirtir. Bazı kitaplar vardır, insanı hem düşündürür, hem eğlendirir. Bazı durumlarda insan arkadaşından zarar görür ama kitabın insana zararı dokunmaz. Üstelik insanın bilgisini, görgüsünü artırarak, insana büyük yararlar sağlar. Bir insan eğlenmek, hoşça vakit geçirmek istiyorsa bir kitap ona bu olanakları rahatça sağlar. öyleyse insana iyi bir arkadaşın verebileceğinden çok daha fazlasını veren kitap, neden iyi bir arkadaş olmasın?
Murat— İnsan arkadaşıyla konuşur, kitapla da konuşamaz ya!
Dede— Kitabın konuşması için kulağımıza seslenmesi gerekmez. Bir arkadaşımızın konuşmasını nasıl dinleyerek anlıyorsak, kitabı da okuyarak anlarız. öğretmenleriniz sınıfta size bazı dersleri anlatıyor. Siz de evinizde aynı dersi kitaplarınızdan okuyarak bilginizi artırıyorsunuz. Demek oluyor ki kitaplar da insanlar gibi bizimle konuşabiliyor. Aslında kitaplarda gördüğümüz, okuduğumuz yazılar; birtakım insanların bize söylemek istedikleri sözler, öğretmek istedikleri bilgiler değil mi? Biz bir kitap okurken o kitabın yazarını dinliyoruz demektir.
Gülseren— İnsan düşündükçe size hak veriyor. Gerçekten de öyle, kitaplarda okuduğumuz yazılar birtakım sözler değil mi?
Dede— Evet pek tabi. Dahası da var. Arkadaşıyla oynarken, gezerken bazen insan kava edebilir. Gönlü kırılabilir. Ama hiçbir kitabın okuyucusuyla kavga ettiği, onu incittiği şimdiye dek görülmemiştir. Bu bakımdan kitap en iyi arkadaştır, diyorum.
Murat— Bütün kitaplar iyi midir?
Dede— Evet, genellikle bütün kitaplar iyidir.
Murat— öğretmenimiz bazı kitapları okumamıza izin veriyor. Neden acaba?
Dede— Çocuk yeni yetişmekte olan bir fidan gibidir. Küçük bir ağaç fidanı nasıl ki olgun bir meyveyi taşıyamazsa, küçük bir çocuk da büyükler için yazılmış bir kitabı gereği gibi anlayamaz. Yaşam deneyimleri de az olduğundan anlamını da kavrayamaz ve yanılgıya düşer. Bu da onun için zararlı olur. Bir de bazı kitaplar vardır; değersiz, insana yararı olmayan kitaplar… Bunları okumaktan kaçınmalıdır.
Gülseren— Anladım ne demek istediğinizi. Demek istiyorsunuz ki her insan kendi yaşına uygun kitaplar okursa yararlanır, hiçbir zaman zarar görmez.
Dede— Evet öyle demek istedim. Bu konuda büyükleriniz, öğretmenleriniz size yol gösterebilirler. Okuyacağınız kitapları onların tavsiyesine uygun kitaplardan seçerseniz, yararınız büyük olur.
Murat—Tıpkı arkadaş seçiminde olduğu gibi… Büyüklerimiz nasıl ki bazı çocuklarla arkadaşlık kurmamızı istemiyorlarsa, kitap konusunda da onların uyarmaları yine bizim yararımız için oluyor.
Dede—Aferin… Bakın konuyu ne çabuk kavradınız.
Gülseren— Kitap insanın en iyi arkadaşıdır, diyorsunuz.
Dede— Hâlâ şüphe mi ediyorsunuz?
Gülseren— önce anlaşılmıyor ama insan düşününce bunun doğru olduğu kanısına varıyor.
Dede—- Gerçek de ondan…
Murat— İnsan arkadaşını, her istediği, her aradığı zaman yanında bulamaz. Ama kitap için böyle denemez. İnsan her istediği an bir kitap bulup okuyabilir.
Dede— Aferin Murat. Arkadaşlarımızla ayrı ayrı semtlerde, evlerde oturuyoruz. Sonra herkesin kendisine göre bir işi vardır. Bir arkadaşımızı görmeyi çok istediğimiz, aradığımız hâlde bulamayız. Fakat bir kitabı her an yanımızda bulabilme kolaylığı vardır. Gece yattığımızda, gündüz masamızda, tren, vapur, otobüs yolculuklarında, hatta dinlenme yerlerinde bile kitabı yanımızda taşıyabilir, istediğimiz zaman okuyabiliriz.
Gülseren— İnsanın her istediği an yanında bulabileceği bir arkadaşı olması ne iyi… Sizi çok iyi anladık dedeciğim. Gerçekten çok mutlusunuz.
Dede— Gerçekten mutluyum çocuklar. Dostlarım, arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmıyorlar. İstediğim zaman onlarla gezip tozuyorum. Beni alıp bilmediğim ülkelere götürüyor, oralarda yaşatıyorlar. Hem birkaç saat içinde oluyor bu.
Murat— Kitabı okurken uyuyor, rüya görüyorsunuz öyleyse.
Dede— Bunu da nereden çıkardın Murat!
Murat— öyle ya dedeciğim… Başka türlü nasıl gezersiniz oturduğunuz yerde. Mutlaka uyuyor, rüya görüyor-sunuzdur.
Dede— (Gülseren’e dönerek) Sen de mi aynı şeyi düşünüyorsun yoksa?
Gülseren— öyle düşünmüyorum ama kitabın sizi nasıl gezdirebildiğini merak ettim doğrusu.
Dede— Size bir soru… İnsan niçin gezer?
Gülseren— Görmediği, bilmediği yerleri görmek, öğrenmek için…
Dede— Evet. Fakat insanın her yeri görmesi mümkün mü?
Gülseren— Zamanı ve çok parası olan bir insan için mümkündür.
Dede— Yanılıyorsun. Çok parası, bol zamanı olan bir insan da her yeri gezemez.
Murat— Eskiden olsa söyledikleriniz doğru olabilirdi. Ama günümüzde yolculuklar birkaç saat içine sığabiliyor. Uçaklar, otomobiller, dev gemilerle dünyayı bir uçtan bir uca gezebiliyor insan.
Dede— Evet ama yine de bir insanın bütün dünyayı yeteri kadar gezip tanıması için birkaç yüzyıllık ömre sahip olması gerekli. Ama kitaplarla dostluk kuran insanlar için bu hiç de olanaksız değil.
Murat— Nasıl?
Dede— Dünyamızın çeşitli ülkelerin bize tanıtan, orada yaşayan insanları, hayvanları, bitki örtüsünü anlatan yığınlarla kitap var. Her gün bunlardan birini okuyarak, insan istediği yer hakkında gerekli bilgiye hemen sahip olabiliyor. İşte ben de bazen öyle yapıyor, her biri yarı ayrı yerler hakkında yazılmış kitapları okuyarak, oturduğum yerden sanki Çin’i, Hindistan’ı dolaşıp geziyorum. Doğru değil mi bunlar?
Gülseren— Çok doğru… Geçen gün bir kitap okumuştum. Okyanusları anlatıyordu. öylesine de sürükleyici bir konusu vardı ki kendimi okyanuslarda azgın dalgalar arasında sandım. Tüylerim ürperdi.
Dede— Gördünüz mü? Demek oluyor ki sandığınız gibi ben yalnız yaşamıyorum. Her dakikam yüzlerce dostum, arkadaşım arasında bazen eğlenerek, bazen gezerek, bazen de öğrenerek geçiyor.
Murat— Haklısınız dedeciğim… Yalnız benim anlayamadığım bir şey var.
Dede— Nedir o?
Murat— Hani demiştiniz ya kitap insanla konuşur, yeri geldiğinde sorduklarına da cevap verir diye.
Dede— Evet, öyle söyledim.
Murat— Konuşmasını anladım. Ama sorduklarımıza nasıp cevap verecek?
Dede— (gülerek) Demek burasını anlayamadın.
Murat— Evet.
Dede— Bu çok kolay.
Murat— Anlatır mısınız?
Gülseren— (dedeye) Ben bir parça anlar gibi oluyorum ama siz daha güzel açıklarsınız bunu.
Dede— Anlaşılan iyi anlamadınız daha.
Murat—Anladık ama dedeciğim bunu da anlatırsanız, her şeyi daha iyi anlamış olacağız.
Dede— Peki, anlatayım. önce size bir soru? öğretmenleriniz size bazı ödevler veriyor. Bu ödevlerinizi nasıl hazırlıyorsunuz?
Gülseren— Çeşitli kaynak kitaplar karıştırarak hazırlıyoruz.
Dede— Yani?
Murat— Bize verilen soruların cevabını kitaplardan buluyoruz.
Dede— Bu soruları kim soruyor size?
Gülseren— öğretmenimiz.
Dede— öyleyse siz de aynı soruları kitaba sormuş oluyorsunuz. Soruların cevabını bulduğunuz kitap da size cevap vermiş olmuyor mu?
Murat— Evet. Şimdi anladım kitabın insana nasıl cevap verebildiğini. Çok doğru… Bilmediğimizi, öğrenmek istediklerimizi, kitaptan öğrenirken, birçok sorularımızın karşılığını da almış oluyoruz.
Dede— Şimdi sanırım kitabın neden iyi bir arkadaş olduğunu, yararlarını iyice anladınız.
Murat— Anladık dedeciğim. Hem de ne iyi oldu biliyor musunuz? Tam da vaktinde öğrendik bunu. önümüzdeki hafta kitap haftasını kutlayacağız. Kitapların yararlarını anlatacağız. Şimdi bize öğrettiklerinizin büyük yararı olacak.
Dede— Bilmediklerini öğrenmek her insana büyük yararlar sağlar. Bunu hiçbir zaman unutmayın.
Gülseren— Dedeciğim, biliyorsunuz her yıl kasım ayının 2. pazarından itibaren okullarımızda çocuk kitapları haftası düzenleniyor. Biz de bu hafta için sınıfımızda bir kitap sergisi açacağız. Ben çok güzel birkaç kitap götürmek istiyorum sergiye. Kitap seçmemde bana yardımcı olur musunuz?
Dede— Olurum yavrum. Yarın seninle kitapçıya gidelim. Sana orada birkaç iyi arkadaş seçmende yardımcı olurum.
Murat— Dedeciğim, her yıl düzenlenen bu kitap haftaları ile ne yapmak istiyorlar. Üstelik yalnız yurdumuzda değil, işittiğime göre bütün dünyada aynı hafta içinde kitap haftası kutlanıyor. Nedenini biliyor musunuz?
Dede— Neden olacak; çocuklara daha küçük yaştan iyi arkadaşlar, gerçek dostlar kazandırmak için. Okumayı sevdirmek öğretmenlerin, ana babaların çocuklarına karşı en önemli görevlerinden biridir.
Gülseren— öğretmenimiz diyor ki: Her evin bir kitaplığı olmalı. Kitaplığı olmayan bir ev ışıksız, karanlık bir odaya benzer. Nasıl karanlık oda insanı sıkarsa kitaplıksız bir ev de okumayı seven bir insanı daima sıkar.
Dede— öğretmeniniz çok doğru söylemiş. İnsan bazı zamanlar bir toplantıya gider. Orada bir sürü insan bulunmasına karşın, kendi mizacına uygun bir kimseyi bulamadığı zaman sıkılır, yalnızlık hisseder. İşte okumayı, kitabı seven bir insan için de kitaplıksız ev aynı şeydir, insan kendisini yalnız, tek başına hisseder. Yalnızlık ise insana sıkıntı verir.
Murat— Bundan sonra okuduğum kitapları biriktirerek bir kitaplık kuracağım.
Dede— Böyle bir şey yaparsanız çok sevinirim. Kitaplığımdan bir köşeyi size seve seve veririm. Böylelikle benim dostlarımın da birer küçük dostu olur.
Gülseren— Ne zaman yaparız bunu?
Dede— İsterseniz hemen yarın. Nasıl olsa sınıf serginiz için kitap seçmeye gitmeyecek miyiz? Sizin kitaplığın ilk kitapçıklarını da birlikte seçeriz.
Murat— Yaşasın, benim tatlı dedeciğim.
Dede— Siz de çok yaşayın yavrularım. Umarım bundan sonra size tanıtmış olduğum gerçek dostlardan hiçbir zaman ayrılmayı düşünmezsiniz. Onlar size doğruyu, iyiyi, güzeli göstermekle daima yolunuza ışık tutacaklardır. Gülseren— Söz veriyoruz dedeciğim. Bundan sonra kitaplar en yakın arkadaşlarımız olacak. Mutluluğunuzu şimdi daha iyi anlıyoruz. Bize anlattığınız gibi gerçek dostlara sahip olan insanlar, elbette mutlu olacaklardır.
Dede— Buna çok sevindim. Babanıza da söyleyeyim,
benim çalışma masamın yanına sizin için de bir küçük masa koydursun. Dostlarınızla baş başa kalmak istediğiniz zaman sessizce gelir, bu masada oturursunuz. Haydi şimdi yemeğe gidelim. Babanız bizi bekliyordur. Onları daha fazla bekletmeyelim.
Murat— Gidelim dedeciğim. Ama son olarak bir soru daha soracağım size.
Dede— Sor bakalım.
Murat— Konuşmaya yeni başladığımızda dediniz ki “İnsanlar yemeği düşündükleri kadar okumayı, öğrenmeyi de düşünselerdi dünya daha güzel olurdu.” Bunu açıklar mısınız?
Dede— Okuyan insan, bilgili insan demektir. Bilgili insanların yaşadıkları bir dünyada kötülükler de yeryüzünden kalkar. Dünya güzelleşir. Ne yazık ki yemeği düşünen insanların sayısına oranla okumayı düşünen insanlar çok azdır. Bunu söylemek istemiştim. Bu konuda daha çok konuşuruz. Haydi şimdi gidelim.
(Sahneden çıkarken perde kapanır.)

KARIN AĞRISI

(Bir perdelik komedi)
ŞAHISLAR
ZEYNEP (Hizmetçi kız, 17 yaşında) -ORHAN (Evin oğlu, 11 yaşında) -TÜRKÂN (Evin kızı, Orhan’ın kardeşi, 10 yaşında) - FATMA KADIN (Apartmanın kapıcısı, 50 yaşında).
(İyi döşenmiş güzel bir oda, dipte kapı görünür. İki yanda birer kapı vardır. Solda bir kanepe, sağda büyük bir koltuk. Ortada bir masa, yanlarında sandalyeler vs.)

1. SAHNE
Orhan — Türkân — Zeynep — Sonra Fatma Kadın
Perde açıldığı zaman iki kardeş, soldaki kanepede oturmuşlar kitap okumaktadırlar. Zeynep, elinde bezle odanın tozunu almakta, bir yandan da türkü söylemektedir:
ZEYNEP (Köylü ağzıyla türkü söyler):
Sarı zeybek şu dağlara yaslanır, Yağmur yağar, silâhları ıslanır, Deli gönül bir gün olur uslanır. Yazık oldu telli duru şanına, Eğil bir bak mor cepkenin kanına!
ORHAN — TÜRKÂN (Nakaratı baştan tutturarak): Yazık oldu telli duru şanına, Eğil bir bak mor cepkenin kanına!
ZEYNEP — A! Siz de mi türkü çağırmaya başladınız çocuklar! Siz dersinize bakın. Sonra anneniz darılır.
ORHAN — Sen bizde ders çalışacak kafa bırakmıyorsun ki!
TÜRKÂN — öyle ya, sen avaz avaz türkü söylerken biz nasıl çalışabiliriz!
ZEYNEP — Vallahi bilmem ama, ben türkü çağırmadan çalışamıyorum.
TÜRKÂN — Neden?
ZEYNEP — Bilmem, hemencecik canım sıkılıyor, işe elim varmıyor. Bir türkü tutturdum mu iş görmek daha tatlı geliyor.
ORHAN — Ne iyi şey vallahi! Keşke biz de senin gibi, bir yandan türkü söyleyip bir yandan çahşabilseydik, ne iyi olurdu! Halbuki bizim söylememizi bırak, senin söylemen bile kafamızın içini altüst ediyor, çalışabilirsen çalış!
ZEYNEP — Madem öyle, ben de söylemem, ne yapayım! Zaten artık işim bitti. Bütün tozlar alındı. (Bu sırada kapı çalınır) Kapı çalınıyor, gideyim bakayım kim geldi. (Dipteki kapıdan çıkar.)
ORHAN (Zeynep çıktıktan sonra tatlı tatlı gülerek) — Hoş bir kız doğrusu şu Zeynep! İnsanı amma eğlendiriyor!
ZEYNEP (Çıktığı kapıdan girer. Arkasından da Fatma Kadın gelmektedir.) — Postacı gelmiş de, Fatma Kadın size haber vermeye çıkmış.
ORHAN — Gel bakalım, Fatma teyze. Nasılsın?
FATMA — Eksik olma oğlum, iyi diyelim de iyi olalım.
TÜRKÂN — Nasılsın, Fatma teyze, ne haber?
FATMA — İyilik, sağlık güzel kızım.
ORHAN — Hani mektuplar?
FATMA — Mektup yok.
ORHAN — Hani postacı geldi diyordun?
FATMA — Postacı gelmesine geldi, geldi amma, size mektup falan getirmedi.
TÜRKÂN — öyleyse bize ne haber vermeye geldin?
ORHAN (Gülerek) — Yani, size mektup yok demek için geldin ha?
FATMA (Biraz sıkılmış gibi) — Evet yavrum.
ORHAN — Pekâlâ, iyi ettin de geldin. Annem evde yok. Bizim de derslerimiz bitti, canımız sıkılacaktı.
ZEYNEP — Aşkolsun sana, Orhan!
ORHAN — Ne var Zeynep!
ZEYNEP — Darıldım doğrusu (Başım öbür yana çevirir.)
TÜRKÂN (Zeynep’e) — Ne var? Ne oldu? Orhan’a niye darıldın? Ne dedi ki sana?
ZEYNEP — Daha ne diyecek! Fatma teyze gelmese, canı sıkılacakmış. Demek ki ben can sıkıcı bir insanım!
ORHAN — Oho! Nerden nereye? Buluttan nem kapan adam gördüm ama, senin gibisini görmedim.
ZEYNEP (Anlamamış gibi bakarak) — Bulut mu? Ne bulutu? Ben bulut falan kapmadım…
TÜRKÂN (Gülerek) — öyle derler. Zeynep, sen aldırma.
ORHAN (Fatma Kadınla konuşarak) — E, anlat bakalım, Fatma teyze, ne var, ne yok?
FATMA (Elini karnına bastırıp iki büklüm olarak) — Of! Aman… Yine karnım ağrıyor. TÜRKÂN — Ne o? Hasta mısın Fatma teyze? Nen var?
FATMA — Vallahi bilmem kızım, ne zamandan beri karnımda kımıl kımıl bir şey kımıldayıp duruyor. Sanki bir hayvan var…
TÜRKÂN — Hayvan mı?
ORHAN — Hah hah ha! Amma yaptın sen de Fatma teyze!
ZEYNEP (Atılarak) — Olur olur! İnsanın karnında hayvan bulunduğu çok görülmüştür.
(Orhan’la Türkân Zeynep’e bakışırlar. Zeynep onlara, Fatma Kadın »örmeden, gizlice bir işaret yapar.)
ORHAN (Zeynep’in işaretini gördükten sonra) — Ya! Ya! Evet! İnsanın karnında solucan olur, böcek, olur, neler olmaz !
FATMA (Korkarak yerinden fırlar) — Aman Allahım! Ne söylüyorsun? Benim karnımda şimdi solucan mı var? Ne yapacağım ben şimdi!
ZEYNEP — Bunda korkulacak bir şey yok, Fatma teyze! Çıkarırız.
FATMA — Çıkarır mısınız? Çıkar mı hiç?
ORHAN — Çıkar elbette! Bir çocukta (Şahadet parmağını göstererek) nah bu kadar solucan vardı da çıkardılar.
TÜRKÂN —- Hem belki solucan değildir de…
FATMA — Nedir?
TÜRKÂN — Böcektir.
FATMA — Böcek mi? Aman Allahım! Gördünüz mü başıma gelenleri! (Yerinden fırlamak ister. Zeynep onu tutup yeniden oturtur.)
ZEYNEP — Telâş etme, meraklanma sen. Biz onu şimdi çıkarırız.
FATMA — Nasıl çıkaracaksınız?
ZEYNEP — Senin nene lâzım canım! Sen onu bize bırak.
ORHAN — Girdiği gibi çıkması da kolaydır.
FATMA — Peki, böcek midir, solucan mıdır, her ne ise, bu hayvan benim içime nasıl girdi acaba?
ORHAN — Nasıl girecek! Ağzından girdi. Yani, yediğin şeylere dikkat etmemişsin. Meselâ, salatayı iyice yıkamadan yemişsin….
FATMA — Tövbeler tövbesi öyleyse! Bundan sonra bir daha salata yemem!
TÜRKAN — Yo! Yemin etme! Salata yersin, niçin yemeyeceksin! Yalnız, iyice yıkadıktan ve üzerinde hiç bir toz, kir kalmadığını gördükten sonra yersin. Salatanın, iyice temizlendiğine inanmadığın yerlerde, meselâ, lokantalarda falan yemezsin.
FATMA — Lokantada yemek yediğim yok ki zaten! Ondan yana hiç merak etme. (Biraz durduktan sonra) Demek karnımda bir hayvan bulunduğu muhakkak ha!
ZEYNEP — O muhakkak. Fakat solucan mı, yoksa böcek mi, bunu da şimdi anlayacağız. FATMA — Nasıl anlayacaksınız?
ZEYNEP (Orhan’a) — Ne diyorlar ona, söylesene! Hani canım arkasından bakıyorlar da bir şeyin içinde ne var ne yok görüyorlar?
ORHAN — Röntgen, yani doktorluk dilinde radyografya.
ZEYNEP — Hah işte! Radyo, radyo! Bizde radyo var. Dur gideyim ben içerden getireyim… (Koşa koşa soldaki kapıdan çıkar.)
FATMA (Başını ellerinin arasına alarak iki yanına sallanır) — Gördün mü başıma gelenleri! Şimdi ben ne yapacağım! (Orhan’a dönerek) Bana baksana kuzum…
ORHAN — Buyur Fatma teyze?
FATMA — Gelin biz bu işten vazgeçelim…
ORHAN — Hangi işten?
FATMA — Canım işte bu, solucan mıdır, kurt mudur, böcek midir, her ne karın ağrısı ise…
ORHAN (Bir kahkaha atarak) — Hah ha! Karın ağrısı! İyi buldun teyze! Eh ne yapalım diyorsun sen?
FATMA — Onu çıkarmaktan vazgeçelim diyorum.
TÜRKÂN — Neden?
FATMA — Korkuyorum kızım… Olduğu yerde bıraksak olmaz mı?
TÜRKÂN — Sen bilirsin amma, Fatma teyze, o zaman bu karın ağrısından bir türlü kurtulamazsın.
ORHAN — Hem bu kadarla kalsa iyi!
FATMA — Ya daha ne olacak?
ORHAN — Ne olacak! Karnındaki böcek veya solucan gittikçe çoğalacak. Bir seneye kalmaz, karnının içinde böcekler, solucanlar, kıvıl kıvıl oynaşmaya başlar.
FATMA (Yerinden fırlayarak) — Aman Allah! Aman Allah! (Dipteki kapıya doğru gider.) ORHAN — Ne o nereye gidiyorsun?
TÜRKÂN —- Kaçıyor musun yoksa?
FATMA (Kapıdan çıkarken) — Hayır, hayır, şimdi geleceğim. Odamı açık bırakmıştım, kapıyayım da geleyim. Solucan mıdır, böcek midir, ne karın ağrısı ise şunun bir çaresine bakalım… (Çıkar.)

2. SAHNE Orhan — Türkân — Zeynep

(Fatma Kadın dipteki kapıdan çıkarken soldaki kapıdan radyoyu kucaklamış olarak, Zeynep içeri girer.)
ZEYNEP (Kucağındaki radyoyu masanın üzerine bırakarak) — Of! Canım çıktı! Amma da ağırmış! ORHAN (Yerinden kalkıp onun yanına yaklaşarak) — Peki, ne yapacaksın şimdi?
ZEYNEP — Ne yapacağım! Fatma Kadını radyonun arkasına geçirip, içini seyrediyormuş gibi yapacağım… Sonra…
TÜRKÂN — Eh, sonra?
ZEYNEP — Sonra, “Senin kanımda; böcek var!” diyeceğim. “Hani kırmızı-siyah benekli bir böcek vardır ya, işte ondan!” diyeceğim. Sonra, ağızdan böceği çıkarır gibi yapacağım ve “bak işte çıktı!” diye göstereceğim!
ORHAN — Peki amma, ne göstereceksin?
TÜRKÂN — öyie ya, Fatma Kadının karnında böcek olmadığına, olsa bile bizim onu çıkaramayacağımıza göre, ona “bak işte çıktı!” diye ne göstereceğiz.
ZEYNEP (Duralar) — Bak işte bunu düşünmemiştim.
TÜRKAN (Bir kahkaha atarak) — Yalancı doktorun mumu işte böyle yatsıya kadar yanar! Şimdi ne yapacaksın, söyle bakalım?
ZEYNEP — Vallahi bilmiyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum amma, muhakkak bir şey yapmalı! Hem de çabuk! (Odanım içinde telâşla gezinmeye başlar.)
ORHAN (Ona uzun uzun bakıp alaylı alaylı gülümsedikten sonra) — Merak etme, Zeynep. Ben sana böcek bulacağım!
ZEYNEP (Ellerini çırparak Orhan’ın yanına koşar) — Sahi mi söylüyorsun? Nereden?
ORHAN — Senin nene lâzım! Bulacağım işte. Hemen tıpkı senin istediğin böcekten!
TÜRKÂN (Ağabeyine doğru gelerek) —- Nerden bulacaksın o böceği?
ORHAN — Unuttun mu canım? Hani dün tabiat bilgisi gezintisinde kırlarda böcek toplamadık mı idi? Benim topladıklarım arasında üç tane de o böcekten var. Hava alsınlar da ölmesinler diye, üzeri delikli bir kutuya koymuştum. İkisi ölmüş bile olsa biri herhalde canlıdır. Dur getireyim. (Koşa koşa sağdaki kapıdan çıkar.)

3. SAHNE
Türkân — Zeynep — Fatma Kaduı — Sonra Orhan

(Orhan sağdaki kapıdan çıkarken dipteki kapıdan Fatma Kadın içeri girer. Korka korka ilerler. Etrafına bakımı:)
ZEYNEP (Bir sandalye çekerek) — Gel otur bakalım Fatma teyze. Radyo hazır. Şimdi karnının içini gözden geçireceğim. Kıvıl kıvıl kımıldayan ve içinde cirit oynayan o yaramaz hayvan kimmiş anlayacağız.
FATMA — Peki sonra?
ZEYNEP — Sonra da mübarek mahlûku çıkaracağız.
FATMA — Nasıl çıkaracaksınız? Canım acımasın sakın?
TÜRKÂN — Amma da tatlı canım varmış ha, Fatma teyze!
FATMA — Demek acıyacak ha?
ZEYNEP — Merak etme teyze, tereyağından kıl çeker gibi çekip çıkaracağım onu senin haberin bile olmaz. Hadi gel otur bakalım.
(Fatma Kadın, korka korka sandalyeye yaklaşır. Eli ayağı titreyerek oturur.)
ZEYNEP (Onu sandalyeye iyice oturtmaya çalışarak) — Şöyle otur, Fatma teyze. Arkana iyice yaslan… Hah şöyle. Serbest dur. Başını dik tut. Tamam. Şimdi hiç kıpırdama. Böcek ürkmesin.
(Bu sırada sağdaki kapıdan Orhan girer.)
ZEYNEP (Radyoyu getirip Fatma Kadın’in kucağına koyarak) — Dikkat! Muayene başlıyor. Bir, iki, üç… (Eğilir, radyonun kafesinden içeri bakar.) Gördüm, gördüm!
ORHAN (Radyoya yaklaşarak) — Dur ben de bakayım… FATMA — Aman durun ben de göreyim.
TÜRKÂN (Güler) — Sen nasıl görebilirsin ki teyze! İnsan kendi kamının içini görebilir mi? FATMA — O da doğru ya.
ORHAN (Radyonun kafesinden içeri bakarak) — Hani nerede? Ha! Gördüm. Uzun kırmızı siyah benekli, teşbih tanesi kadar bir böcek, oynayıp duruyor!
FATMA — Aman! Üzerime fenalıklar basıyor! Şimdi bayılacağım.
ZEYNEP — Aman bayılma! Sonra böcek de seninle beraber bayılır, çıkaramayız. Biraz daha sabret. Sonra sevincinden düşüp bayılacaksın!
TÜRKAN (Orhan a) — Dur bir de ben bakayım da tamam olsun. (Radyoya yaklaşır. Kafese gözünü uydurarak bakar.) Aman ne güzel hayvan! Tıpış tıpış da bir yürüyüşü var!
FATMA — Çabuk olun çocuklar. Çıkaracaksanız çıkarın. Yoksa şimdi hafakanlar basacak. Çabuk olun diyorum size? Hem de bakmadan da çıkaramaz mı idiniz sanki?
ORHAN — Nasıl çıkarabilirdik ki!
FATMA — Neden?
ORHAN — öyle ya. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Solucanı dışarı çıkarmak için kullanacağımız yol başka, böceği çıkarmak için yine başka! Doktorlar da ilâç vermeden önce hastalığın ne olduğunu inceden inceye gözden geçirmezler mi?
ZEYNEP — Değil mi ya!
TÜRKÂN — Hadi şimdi tedaviye başlayalım. Hastalığın mikrobunu bulduk…
ZEYNEP — Sen radyoyu kaldır masanın üzerine koy Orhan. Sen de arkana iyice yaslan ve başını yukarı kaldır, ağzını aç Fatma teyze.
FATMA — Ağzımı mı açayım? Sakın ağzımdan içeri başka böcekler girmesin?
TÜRKÂN — Merak etme, ağzını açar açmaz böceği çıkaracağız. O çıkar çıkmaz da sen hemen ağzını kapatırsın.
FATMA — Hadi ağzımı açıyorum, çıkarın bakayım böceği… (Ağzını açar, sonra tekrar kapar.) Durun, bir şey soracağım:
Böceği nasıl çıkaracaksınız? Maşa ile mi, yoksa cımbızla mı?
TÜRKÂN (Gülerek) —- Maşa ile olur mu hiç?
ORHAN (Gülerek) — Cımbızla olur mu hiç?
FATMA — Ya ne ile?
ZEYNEP— Türkü ile!
FATMA — Türkü ile mi?
ZEYNEP — Sen hele ağzını aç bakayım… Nasıl çıkaracağımızı böcek çıktıktan sonra görürsün! Başını kaldır, ağzını aç! Tamam!
(Zeynep, Fatma Kadının sağına, Türkân da soluna geçerler ve omuzlarından tutarlar. Orhan, bulundurduğu kutuyu elinde tutarak Fatma Kadının arkasında durur ve hep bir ağızdan “Palandöken Dağında” makamından, türküye başlarlar.)
Hey böcek, güzel böcek, Hemen uçup gelecek. Fatma teyze yaslanmış, Şimdi rahat edecek. Gel bakalım dışarı, Seni gidi haşarı, Geçsin artık şu ağrı, Haydi çık güzel böcek.
ORHAN (Bağırarak) — Çıktı, çıktı!
TÜRKÂN — Aman tutalım!
ZEYNEP — Durun ben tutayım!
FATMA (Yerinden fırlar) — Hani bakayım, nerede yezit? (Zeynep, Orhan’ m kutuyu açıp yere bıraktığı böceği yakalar.) İşte! Vay hınzır vay! Demek sen Fatma teyzenin karnını gıdıklayıp duruyordun ha! Şimdi sana nasıl bir ceza verelim?
ORHAN — Onu sonra düşünürüz. Şimdi Fatma teyzeye geçmiş olsun diyelim.
ZEYNEP ve TÜRKÂN (İkisi beraber) — Geçmiş olsun, Fatma teyze!
FATMA — Eksik olmayın yavrularını. Oh! öyle rahat ettim ki! Artık şu karın ağrısından kurtuldum…
ZEYNEP — İnşallah bir daha böcek yutmazsın!
FATMA — Tövbeler tövbesi! Bir daha hiç bir şeyi iyice yıkamadan, temiz olduğuna güvenmeden yemeyeceğim… Bu bana iyi bir ders oldu. (Zeynep’e bakarak) Amma, Zeynep kız. Sen de usta bir hekimmişsin de benim haberim yok! Ne duruyorsun burada? Git bir muayenehane aç, doktorluk et! Dünyanın parasını kazanırsın. Ben artık seni önüme gelene methedeceğim…
ZEYNEP (Onun sözünü keserek) — Sakın ha!
FATMA — Neden?
ZEYNEP — Neden olacak! Benim diplomam yok! Diplomasız doktorluk etmek yasaktır. Hem zaten, benim doktorluk etmeye de hiç niyetim yok. Bunun gibi, elimden daha ne işler gelir amma, ben halimden memnunum. Benim işim bu evde iş görmek. Bu bana yetişir.
ORHAN — öyle ya. Her insanın bir işi vardır. Ondan başka daha birçok şeyler bilir amma, tuttuğu işi bırakmaz. O bilgilerinin yardımıyle asıl işinde ilerlemeye çalışır. Bizim Zeynep’in de bilgileri onu bize daha faydalı yapacak ve kendisini daha çok sevdirecek. Aferin Zeynep! ZEYNEP (Fatma’ya) —- Ha, sonra bir şey daha var.
FATMA — Ne o?
ZEYNEP — Sakın kimseye karnından böcek çıktığını söyleme.
FATMA — Neden?
ZEYNEP — Neden olacak! Kimse inanm
« Son Düzenleme: 23 Haziran 2007, 14:34:03 Gönderen: deniz_@rt »

Çevrimdışı duяudoğ@

  • DENİZ
  • Yönetim K.Ü
  • Uzman
  • *
  • İleti: 3.254
  • Karizma Puanı: 1284
Ynt: **SKeÇLeR-2**
« Yanıtla #1 : 24 Eylül 2007, 18:13:34 »
harikasın deniz,kesin bunları türkçe öğretmenimize göstericem. 710a 

Çevrimdışı barerse

  • Yeni Üye
  • İleti: 2
  • Karizma Puanı: 0
Ynt: **SKeÇLeR-2**
« Yanıtla #2 : 22 Aralık 2010, 22:14:46 »
Süpersiniz çok teşekkürler!!!!!!

Çevrimdışı B૯ηбüL

  • Yönetim K.Ü
  • Uzman
  • *
  • İleti: 4.432
  • Karizma Puanı: 1631
    • seyfullah sünbül
Ynt: **SKeÇLeR-2**
« Yanıtla #3 : 21 Mart 2011, 11:17:38 »
teşekkürler deniz ;) +1

Çevrimdışı dbhi

  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 7.078
  • Karizma Puanı: 2256
  • Dünyaya karşı nazik olun...
    • http://alanay-alanaysblog.blogspot.com/
Ynt: **SKeÇLeR-2**
« Yanıtla #4 : 21 Mart 2011, 11:22:26 »
çok güzel paylaşımlar bunlar.teşekkürler deniz hocam...+1
İyi ki gökyüzünde yıldızlar,Çiçekler şükür ki yeryüzünde...Yoksa kimbilir ne zahmetle toplayabilirdik onları renk renk...Kimbilir nasıl getirilirdi gökyüzünden , sevdiklerimize götürülecek çiçekler!