EKSPRESYONİZM ya da DIŞAVURUMCULUK
İçindekiler:
1. Tanımlar
2. Almanya’nın Siyasal Ortamı
3. Genel Özellikleri
4. Karşı Olduğu Akımlar ve Sebepleri
5. Sanat ve Edebiyattaki ilke ve Nitelikleri
5.1. Gerçek
5.2. İç gözlem ve Dışavurum
5.3. Ferdilik ve Soyutlama
5.4. Eğitici, Faydacı Sanat
5.5. Dil ve Üslup
6. Türlerinin Özellikleri
7. Kaynakça
Ekspresyonizm (1905-1925)
Yirminci yüzyılın başında Almanya’da ortaya çıkan ve bir tepki hareketi olan ekspresyonizmin, yani dışavurumculuk akımının tarihçilere göre çeşitli başlangıç yılları vardır. Kimisi 1900 yılı başından itibaren alırken, kimisi 1910 yılından itibaren alır. Fakat bilinen, ekspresyonizm’in 30 yılı aşmayan bir akım olduğudur.
Aşağıda ekspresyonizm akımını çeşitli bölümlerde göreceğiz. Bunlar sırasıyla tanımı, Ekspresyonizmin ortaya çıktığı siyasal zemin, genel özellikleri, karşı olduğu akımlar ve sebepleri, sanat ve edebiyattaki ilke ve nitelikleri ve son olarak da akım içinde yazılmış eserlerin tür özellikleridir.
1. Tanımlar:
...EY ASKER
Ey cellât ve haydut! Sen Tanrı’nın yolladığı
afetlerin en korkuncu!
Ne zaman artık,
Sorumu hem kaygı hem de çılgınca bir
sabırsızlıkla soruyorum!
Ne zaman artık kardeşim olacaksın?
Johannes R. Becher
Dışavurumculuk akımının doyurucu bir tanımı şöyle der:
“Estetikte, sanatçının yaratma sürecinin temelde dışavurumsal bir eylem ve sanatçının izlenimlerini, duygularını, sezgilerini ve tavırlarını açığa çıkarmasından ve gözler önüne sermesinden oluşan bir süreç olduğunu savunan akım.”
Devamında, dışavurumculuğun hem sanatın temelinin bir nesne ya da üründen çok, sanat eserini yaratanın tecrübeleri ve hisleri olduğunu, hem de sanat eserinin değerinin, söz konusu yaratıcı ruhun tazeliği, bireyselliği, özgünlüğü ve içtenliği tarafından belirlendiğini öne süren bir akım olduğunu belirtir. Sanatçının gerçekliğe bağlı kalmak, izleyici ya da dinleyicisinin hoşuna gitmek gibi bir sorumluluğu bulunmadığını iddia eder. Bunu ilerde göreceğiz.
Felsefi açıdan bir tanım arandığında ise, şöyle bir anlatımla karşılaşmak mümkündür:
“Kendilikçilik. Fenomenolojik anlayışta sanat görüşü.
Ernst Mach’ın izlenim felsefesini sanatta gerçekleştiren izlenimcilik akımına karşı kendilikçilik akımı, Alman düşünürü Edmund Husserl’in fenomenolojisini sanatta gerçekleştirir.”
Husserl, olaybilim yöntemiyle varlığı paranteze alıp onu bütün dünyalılardan soyutluyor ve geriye kalan som kendiliği inceliyordu. Böylelikle dünyaya bu kendilikten açılıyordu. Kendilikçilik, yani dışavurumculuk da bu yöntemle çalışarak kendilikleri sanatın konusu yapmakta ve duyu organlarının getirdiklerini paranteze alarak onlardan soyutladığı kendilikleri belirtmeye çalışmaktadır.
Tanımını belirledikten sonra, dışavurumculuğun nasıl bir siyasi ortamda doğduğunu görmek için Almanya’nın siyasal ortamını incelemeliyiz. Bu kısmı, Yeni İnsan Dergisinin yirmi altıncı sayısından olduğu gibi aktarıyoruz.
2. Almanya’nın Siyasal Ortamı:
19. yüzyılın ikinci yarısında 18 Ocak 1871 tarihinde Fransa ile yaptığı savaşı kazanan Prusya, o güne kadar dağınık halde yaşayan Alman prensliklerini bir kralın buyruğu altında toplama hayalini gerçekleştirir. Alman İmparatorluğu’nun önderi Prusya kralı I. Wilhelm olur. Almanya’nın bir araya gelmesi ile İngiltere gibi dünyanın büyük emperyalist güçleri arasına girmeyi amaçlayan Almanya, Otto Fürst Von Bismarck’ın izlediği politikayla bunu başarır.
I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sözde parlamentosu ile monarşik devlet anlayışını sürdüren Bismarck, emperyalist Almanya’yı, Avrupa’nın ikinci güçlü devleti yapmıştır. Parlamentoyu işlevsel kılmaya çalışan liberal burjuvaları devlet düşmanı ve hain ilan eden Bismarck, sanayileşme ile birlikte yükselen işçi sınıfından henüz habersizdir. Sosyal demokrat kanat altında Bismarck’ın politikasına muhalefet etmeye başlayan işçi sınıfının temsilcileri ise Ferdinand Lassalle, August Bebel ve Wilhelm Liebknecht olmuşlardır.
1888 yılında I. Wilhelm’in ölümü ile yerine III. Friedrich geçmiş, ancak tahtta üç ay kalabilmiş ve tahta II. Wilhelm oturmuştur. Bu arada 1890 yılında kurulan Sosyal Demokrat Parti parlamentoda en güçlü kanat durumunu alır. Bunun üzerine liberal hareketi destekleyen burjuva sınıfına karşı, işçi sınıfının çıkarlarını gözeten bir politika izleyen Sosyal Demokrat Parti, parti içindeki Liebknecht’in önderliğindeki sosyalist kanadı partiden ihraç ederek politikasını değiştirir. Parlamento artık II. Wilhelm’in kararlarını muhalefet göstermeden kabul eder hale gelmiştir. Bu kararlardan bir tanesi de II. Wilhelm’in baskısıyla, 4 Ağustos 1914’te bir suikast sonucu Avusturya tahtının varisi Dük Franz Ferdinand’ın öldürülmesinden dolayı (28 Haziran 1914) İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu birliğe karşı savaş açılmasıdır.
Liebknecht savaşa karşı oy verdiği için tutuklanır. Bu kararla emperyalist Almanya, tüm Avrupa’yı kana bulayacak olan kapitalist savaşa (1. Dünya Savaşı) girmiş olur. Dört yıl süren ve 1918’de imzalanan ateşkesle noktalanan bu savaşta tüm gücünü yitiren Almanya, 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles anlaşması ile ağır koşulları kabul ederek teslim olur. Aynı yıl Spartakist Birliği’ni kurarak Berlin’de sosyalist bir devrim girişiminde bulunan Liebknecht ve Rosa Luxemburg öldürülür. Berlin’deki ayaklanma kanlı bir şekilde, 1918’den Hitler’in iktidara geleceği 1933 yılına kadar Almanya’yı yöneten Weimer Cumhuriyeti’ne bağlı birlikler tarafından bastırılır.
3. Genel özellikleri:
Dışavurumculuk akımının en güzel açıklamalarından birisi şudur: bireysel duruşlarıyla nevi şahsına münhasırlar hareketi.
Peki, dışavurumculuk kavram olarak ilk kimin tarafından nerede ve nasıl kullanılmıştır? Bu konu tartışmalı olsa da Alman edebiyatına ilk girişi Kurt Hiller vasıtası ile 1911 yılında olmuştur. Resim sanatından gelmedir ve Hiller bu kelimeyi “modern” anlamında kullanmıştır.
Kelimenin kökenine baktığımız zaman, Latince ‘expressio’, ‘exprimere’ sözcüklerinden gelmektedir. Sözcüğün sıfat biçimi olan expressiv, dilimize “ifadecilik, ifadeci, ifade ağırlıklı” olarak çevrilebilir. Ancak sözcük diğer yandan insanın içinde yer alan bir takım gizli kalmış duygu ve düşünceleri ‘açığa çıkartma’, ‘dışa vurma’ anlamlarını da içermektedir. Bu durumda sözcüğü dilimizde ‘dışavurumculuk’ olarak karşılamak gerekiyor. Çünkü terim yalnızca 20.yy a ait değildir. skolastik dönem kilise resimlerine baktığımızda, ifade ağırlıklı (ekspessiv) diye adlandırabileceğimiz çalışmalar görebiliriz. Ortaçağ sanatçısı öteki dünyaya ait gerçeği yakalamak için, nesnelerin görünüşteki biçimlerini değiştirip stilize ederek onların içlerinde taşıdıkları öteki dünya ile ilgili asıl anlamı ortaya koymaya çalışan ifadelere ağırlık vermiştir. 20.yy dışavurumculuk bunu yapmamıştır.
Yeni İnsan dergisinin 26. Sayısında Yiğit Tuncay, bu akım hakkında şöyle bir yorum yapar:
“İnsanın gerçeklikten soyutlanmış, edilgen ve çaresizliğini yansıtan türden edebiyat eserlerinin yazıldığı bir dönemdir bu. Erotizmin, bunalımın, hastalığın, ölümün ve gerçekliğin yerine hayal dünyasının ağır bastığı soyutlamalarla kendini anlatmaya çalışan sanatçıların çokluğu kaçınılmaz olmuştur. Bunların yanı sıra, politize olmuş, kralı, militarizmi ve burjuvaları eleştiren anarşist fikirler de edebiyata girmeye başlamışlardır.”
Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere, ekspresyonizm, Gürsel Aytaç’ın da belirttiği gibi başlangıçta estetik ve felsefeye dayalı iken daha sonra politik yönü ağır basmıştır ve zamanla “her şeye karşı” bir akım haline gelmiştir.
Dışavurumculuk akımı yazarları, üslup açısından İsveçli August Strindberg ve Amerikalı Walt Whitman’dan etkilenmişlerdir. Konu bakımından ise Rus yazar Leo Tolstoy ve özellikle Fyodor Dostoyevski’ye dayanırlar.
1905-1914 arası yazarlar, ressamlar, hepsi bu bunalımlı dönemden hoşnut değildiler. Kırık dökük insan ilişkileri, kentlerdeki yaşamın delice hızı, köleliğin her çeşidi değer ölçüleriydi.
Ayaklanmadan yanaydılar. Aile, öğretmen, ordu, imparator, kurulu düzenin tüm yandaşlarına karşıydılar. Aşağılanmış yaratıkların, düzenin kıyısında kalanların, ezilmişler topluluğunun yoksullar, akıl hastaları ve gençlerin dayanışmasını savunuyorlardı.
1. Dünya Savaşı patlak verdiğindeyse, birçok genç yazar savaşta yaşamını yitirmiştir. Savaş başladığında bir askeri tıp servisinde görev yapan Georg Trakl, katıldığı Grodek çarpışmasından sonra ruh sağlığı bozulmuş ve tedavi görmesi için yatırıldığı hastanede aşırı dozda uyuşturucuyla yaşamına son vermiştir.
Daha savaş başlamadan önce ölen Georg Heym ve Jakob Von Hoddis’in ardından Ernst Stadler, August Stramm, Alfred Lichenstein çarpışmalar sırasında ölen genç kuşak yazarlarıdır. Böylece kendilerinden çok şeyler beklenen yazarlarını kaybetmiştir dışavurumcu edebiyat. Başarısız bir akım olmasında, Gürsel Aytaç’ın belirttiği ekonominin iyileşmesi ve sermayenin yükselmesi gibi düzelmeler dışında bu sebebi de söyleyebiliriz. Tabii ki, düzelmiş bir ekonomi bunalımı ortadan kaldırır ve bunalımsız bir ortamda düzene karşı çıkmak anarşizm’e yönelmektir.
Ortada acıları olan bir kuşak vardı. Bir tepki kuşağıydı bu, bazılarına göre ise bir çığlık. 19. yüzyılın getirdiği düşünsel çekişmeleri göğüslemeye çalışan bu kuşak, diğer yandan 1. Dünya Savaşı ile yüzyüze gelmişti. Bu bir patlamaya yol açtı ve her şeye birer birer karşı çıktılar.
Dünyayı köleleştiren makineleşme, endüstrileşme, militarizm ve kapitalizme; sosyalizm komünizm, posivizim ve anarşizm ile savaş açtılar. Savaş açtıkları kavramlara baktığımızda, Bu akımın aslında bunalan Avrupa’nın yeni arayışı olduğunu ve huzursuzlukla temellendiğini görürüz.
Burhanettin Batıman, Ekspresyonizm hakkında şu noktaya dikkat çeker:
“Bu akımın özünde heyecanlı ve ateşli bir sosyalizm yatar. Hedefleri, tanrıyı dünyaya iade etmektir. İyiyi, asili ve doğruyu sözle değil, işle hakikat haline koymaktır.”
Yeni insan, yeni bir dünya, yeni bir sosyal yapı, yeni bir gerçek, yeni bir sanat anlayışı veya özlemi… Kısacası yeni bir dünya isteği içinde olan bu akımda Milliyetçi düşünceden insancıl, yani bireysel düşünceye geçmiştir.
Ekspresyonizmde ruh, dış dünyadan önemlidir. Yazar kendini dış dünyadan ve kendinden bile soyutlayarak iç ruha yönelir. Ruh, realitenin verdiği maddeleri, sanatkârın duygu, irade ve kabiliyetine uygun bir şekilde işleyen, yeni idealler şeklinde yaratan faal bir kuvvettir. Buna göre yazar eseri oluşturabilmek için önce hayatı ve toplumu arzu, irade ve idealine göre değiştirir, ruhun süzgecinden geçirir ve ardından aldığı intibaları işler. Tabii ki bunu yaparken karşıt olduğu akımlar gibi maskeler takmadan her türlü alçaklığı, iğrençliği, habaseti ve rezaleti en karanlık köşelerine kadar gözler önüne serer. Ama pasif kalınmaz. Amaç, dünyayı değiştirmektir.
Her şeyi değiştirmenin amaç olduğu bu akımda şairin bir mesajı olmalıdır. Şiirleri ile yeni bir dünya yaratmalı ve kurucu olmalıdır. Dışavurumcu yazarlar, ilkel kavimlerin sanatlarına yöneldiler. Ayrıca Barok devrin gotik sanatına ve mistisizmine ilgi duydular. O çağların tipik yaşam korkusu (Lebensangst) ve dini coşkusunu yeniden yaşamayı amaçladılar.
Savaş ve dünya çöküşü sanrıları, sanat ve edebiyatı etkiledi ve devrin ruh halini yansıttı. Daima süregelen konular kıyamet, tufan ve mahşer günüydü; tasvir, kendinden geçilene kadar artırılırdı.
Franz Blei, Eric Mühsan, Herwarth Walden, Else Lasker Schüler, Franz Pfemfert, Rene Schickle, Ludwig Rubiner ,1910’lu yıllardan sonra başlayacak olan dışavurumcu edebiyatın hazırlayıcıları, öncüleri olmuşlardır.
Dışavurumculuk yazarları amaçladığı dünya için, kendilerine örnek seçtikleri beş peygamberin (yol gösterici) izinden gitmişlerdir. Bunlar sırasıyla şu şahsiyetlerdir:
Hz. İsa: Hıristiyanlığın ezilen peygamberi olan Hz. İsa’nın, barış, sevgi ve kardeşlik üzerine kurulu bir dünya, “yeni insan” çabası vardı. Bu düşünce, ekspresyonistlerin yeni dünya ve yeni insan amaçları ile uyuşuyordu. Fakat ilerleyen zamanlardaki Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın amacından saptılar. Bu yüzden ekspresyonistler, Marksizm ve sosyalizm e yakınlık gösterdiler.
Charles Darvin: Bilindiği anlamıyla evrim, bir canlı popülâsyonunun genetik kompozisyonunun zamanla değişmesi anlamına gelir. İnsanın iç dünyasının değişeceğine inanmaları, onları Darvin’in evrim teorisine yaklaştırır. Eğer insan değişir, savaşma, sömürme, hâkim olma, tahakküm etme içgüdüsünden vazgeçerse, ancak o zaman mutlu olabilir.
Sigmund Freud: Freud, psikiyatride "psikanaliz" adı verilen bir yöntem geliştirdi. Buna göre, ruhsal sorunların kaynağını, hastaların bastırdıkları ve bilinçaltına ittikleri sorunlarda aradı. Dışavurumcuların Freud’a yaklaştıkları konu, İnsanı felakete götüren temel faktördür. Bu faktör, insanın birçok duygularının ahlak, din, töre adına toplum tarafından kısıtlanması veya yasaklanmasıdır.
Yeni İnsan dergisinde Yiğit Tuncay Freud psikanalizi ile dışavurumculuk arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar:
“Bastırılan tüm bu duyguların ileride bir hastalık kaynağı haline gelerek ‘nevrozlar’ diye tanınan patolojik olayları yarattığını söylüyordu Freud. Böylelikle Freud, eski psikoloji anlayışının aksine dış etkenlere değil de, insanın içinde yer alan bilinç dışı dünyaya bağlıyordu psikolojiyi. Dışavurumculuk, insanın iç dünyasına yönelme eğilimini sanat alanında gerçekleştiren bir akım olarak örtüşüyordu Freud’un düşünceleriyle. Daha doğrusu Freud yardımıyla insan ruhunun derinliklerine, karanlık dürtülerine, özlemlerine, insanın öznelliğini tanımlaması açısından bir yol buluyordu”
Marks ve Nietzsche: Dine, töreye, toplum değerlerine, aristokratlara, burjuvaya savaş açıyorlar. Onların en büyük derdi, insanoğlunun geleceğidir. Marks’ın şu sözleri dikkat çekicidir:
“...Nesnelerin görünüş biçimleri ile özleri doğrudan çakışsalardı, tüm bilim, fazladan ve gereksiz olurdu.”
Ayrıca Ekspresyonistler Nietzsche hayranıdırlar. “Böyle buyurdu Zerdüşt” adlı kitaptaki öğretileri temel almışlardır.
Eserlerindeki derin huzursuzluğun kaynağı “Nasıl savaşmadan kardeşçe huzur içinde yaşanılabilir?” sorusunun altında yatar. Bu akım, bu sorunun çözümünü aramıştır. Bu sırada üç büyük evreden geçmiştir.
1. Evre: 1910-1914 arası dışavurumcu edebiyattır. Çıkışında bireyin derinliklerinde yatan yaşanmış deneylere biçim veren bir sanattır. Doğayı taklit etmeye tepki gösterildiği sürece, üslup çeşitlemeleri önemsizdir.
Ayrıca bu dönem yazarları, sanat eserlerinin anlamı ile yansıtılan nesnenin birbirinden tümüyle kopuk olduğunu, yansıtılan nesnenin artık anlatılmak istenen olmadığını, anlatılanı anlamak için yapılan bir çağrıyı oluşturduğunu söylüyorlardı. Onlara göre gerçekte görülen gerçek özgün olamazdı.
2. Evre: birinci evrenin sonucu gibidir. 1914 yılından sonra, var olan düzeni değiştirme isteği ve coşma, aşırı duygulanma gibi terim ve tanımlarla birlikte anılmaya başlandılar. İdeolojisiz sanat olamazdı. Bu yüzden kimi sanatçılar faşizme, kimi sanatçılar ise bir sosyalist devrime destek verdiler.
Gottfried Benn’in bütün bu farklılaşmaları bir amaçta buluşturan tanımı şöyledir:
“dışavurumculuk, dünyayı da yok etmek için kendi kendini yok eden bir dil kullanan ‘patlayan bir ayaklanma, bir kendinden geçme, nefret ve bir takım yeni değerlere susama’dır.”
Benn’e göre, toplumda radikal bir yenilenmeyi sağlamak için, sanatın tüm güçlerini birleştirmesi gerekliydi. Daha doğrusu yaşamı canlandırmak için, bütün alanlarda yapılması gereken bir devrimle gerçekleşebilirdi. Aynı dönemlerde Yvan Goll ise 1921’de şu sözleri sarf ederek dışavurumculuğun tarihsel önemini vurguluyordu:
“Dışavurumculuk devrim ve savaşın edebiyatıdır, aydının güçlüye karşı direnmesidir; vicdanın, körü körüne boyun eğmeye karşı başkaldırmasıdır; kalbin, soykırım fırtınasına ve ezilmişlerin sessizliğine karşı haykırışıdır”
Sonu Olmayan Çevrim
Yapayalnız, kim olduğu bilinmeyen
Ölü sokak kadının azı dişi
Altın dolguluydu.
Diğer dişler gizlice anlaşmış gibi
Çekip gitmişlerdi.
Morg bekçisi kopardı onu,
Rehine verdi
ve dans etmeye gitti.
Çünkü, dedi, sadece toprak toprağa geri
dönmelidir.
Gottfried BENN (1886-1956)
3. Evre: 1914-1920 yıllarında edebiyatın ütopik ve apokaliptik olmak üzere iki damarda iz sürmesidir. Üçüncü devreyi anlamak için, bu iki damardan söz etmek gerekir.
Ütopik damardan yürüyen dışavurumcu sanatçıya baktığımızda çağının sorunlarıyla yakın bir ilişki içinde olmasına rağmen, bunalım ve sorunlardan sıyrılarak tüm insanlığın daha iyiye, daha olumluya gidebileceği düşüncesi ile önemli bir çaba harcadığını görürüz.
Avrupa devletlerinde yaşanan bunalıma karşılık apokaliptik dışavurumcular, çökmek ve çöküş sözcükleriyle sürekli olarak siyasal ortama gönderme yapmaya çalışmışlardır.
1910’da Herwarth Walden ‘Fırtına’ (Sturm), 1911’de Franz Pfemfert ‘Eylem’ (Akcion) ve 1913’te Rene Schickele ‘Beyaz Sayfalar’ (Weisse Blaetter) adlı dergileri kurmuşlardır. Diğer dergiler der blaue Reiter (Münih) ve die Brücke’dir (Dresden). Bu dergilerde George Heym, Ernst Stadler, Georg Trakl, Gottfried Benn, Franz Wefel, Albert Ehrenstein, Johannes R. Becker gibi genç yazarlar adlarını duyurmaya başlamışlardır.
Genel özelliklerinde söyleyeceğimiz son sözü, Yiğit Tuncay’dan almak doğru olacaktır:
“Kısacası onlara göre çöken, yaşlı Avrupa’nın siyasal anlayışı ve ekonomik düzenidir. Bu çöküşün yanı sıra, Avrupa kültürü ve düşüncesinin yüzyıllardan beri temelini oluşturan akla duyulan sarsılmaz güvenin, 20. yüzyılın başında büyük sarsıntılar geçirmesi gerçeğini ‘o güzelim aklımız çıldırıyor’ cümlesiyle ifade ediyorlardı.”
4. Karşı olduğu akımlar, fikirler ve sebepleri:
Natüralizm, Empresyonizm, sanayi çağı, burjuva halkı, ekonomik dengesizlik, savaş yıkımı… Yenilik arayan bunalmış insanın portresini çizen dışavurumculuk zamanla “her şeye karşı” bir akım haline gelmiştir. Sırasıyla bu kavramları inceleyeceğiz.
Dışavurumculuk, Natüralizm’e karşı çıkarken şu sebebi ortaya atmıştır: Natüralizm, sanatı bilimsel kadercilikle ya da görünenle sınırlar. Realist bakış açısına bu akımda yer yoktur.
Empresyonizm akımına karşı çıkması ise şu şekilde olmuştur: empresyonizm, yani izlenimcilik, iç ve dış âlemi en karanlık köşelerine kadar inceleyip aydınlattığından, şiir ve edebiyattaki tasvirleri zenginleştirmiştir. Fakat insan zayıf iradesi yüzünden toplumun esiridir. Kendi kaderini tayin etmeye gücü olan karakterler ve kahraman tipleri yaratamamıştır. Bunun sebebi, insanın toplum esiri pasif bir varlık olarak düşünülmesi ve çevre ve toplumu tasvir ederken bir fotoğraf makinesi görevi görmesidir. Bu edebiyatı mahva sürükler. Sanatkârlar, hayatın sunduğu konuları işleyip şekil vermemiştir. Ekspresyonizmin karşı çıktığı nokta budur. An’ın geçici izlenimlerini esas alan, gösterişli ama özden yoksun dış “yüzeyler” sunan, kendilerini besleyen toplumun şeytaniliğini gizleyen İzlenimci sanat ve edebiyata karşıdır.
Sanayi çağına karşı çıkması, bu çağın hayatı manasızlaştırması veya bütünüyle maddileştirmesidir. Sanayi toplumunun bayağı dünyası iskelet gibi ve suni yapılar çıkarıyordu. Bu yanlıştı.
Ekonomik dengesizlik burjuva ahlakını etkilerken savaş yıkımına sebep oluyordu. Sonuç olarak, yaşanılan hayatın bütün duygu ve müesseselerine yöneltilen bir tepki hareketi ve yalnızlaşan aydın insanın ruh çığlığıydı dışavurumculuk.
5. Sanat ve Edebiyattaki İlke ve Nitelikleri:
5.1. Gerçek:
Gerçeği aramada ekspresyonistlerin kendilerine sorduğu soru şudur: Dış dünyada var olan bir nesneyi kopyalamak bize ne kazandırır?
Ekspresyonistler, önceden de belirttiğimiz gibi yeni bir gerçek arayışındadırlar. Bu gerçek, realist ve natüralistlerin inandıkları maddi ve görünenle sınırlı bir gerçek değildir.
Sembolistlerin inandıkları, maddenin arkasındaki gerçeklik değildir. Eflatun’un inandığı ideler âlemindeki gerçek de değildir.
O zaman nedir? Bu soruyu sorduğumuzda aldığımız cevap şudur:
“dış gerçek, asıl gerçeğe ulaşmada bir engeldir.”
Dışavurumculuğa göre, gerçek başka bir yerde değil, sanatkârın ruhunda gizlidir. Nesnel değil, özneldir. Esas olan, sanatkârın gerçeğidir. Zaman ve mekân sınırlarını aşıp “iç gerçeklik”’e ulaşma ve onu ifade etme önemlidir. Nesneler olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi verilir. Kastedilen, manadır.
Amaçlanan gerçekliğe, soyutlama ve simgeleme yolu ile ulaşılır. Gerçek, olduğu haliyle özgün değildir. Onu biz yaratmalıyız, anlamı onun arkasında saklıdır.
Örneklemek gerekirse; empresyonizm in amacı, tanıttığı nesnedir. Resimde görülen şey neyse, odur. Ne az, ne çok. O nesnenin anlamı ve evreni somut bir ortamla sınırlandırılıyordu. Ekspresyonizm’de ise resmin anlamı ile ilk yansıtılan nesne kopuk.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; ekspresyonizmin gerçeği, sanatkârın iç dünyasında şekillenmiş “kurgusal” bir gerçekliktir.
5.2. İç gözlem ve Dışavurum:
İç gözlem ve dışavurum metodunda izlenmesi gereken iki belirli aşama vardır. İlk aşama, iç gözlemdir. Sanatın amacı ve görevi, sanatkârın kendi iç dünyasını gözlemektir. Dış dünyada bulamadığı mutluluğu kendi iç dünyasında arayan ve bulduklarıyla dış dünyayı değiştirmek isteyen kişidir.
İkinci aşama ise dışavurumdur. Sanatkar, kendi iç gözlemlerini, sanatın imkanları dâhilinde dışa yansıtmalıdır.
Ekspresyonizme göre sanat, sanatkârın duygularını, sezgilerini, izlenimlerini ve düşüncelerini açığa çıkarması veya gözler önüne sermesini esas alan, dışavurumcu estetik bir faaliyettir.
5.3. Ferdilik ve soyutlama:
Ekspresyonizm, bütünüyle ferdiyetçidir. İnsanı, içinde yaşadığı toplumdan, hatta kendisinden bile soyutlar. Geriye kalan iç ben-ruh’tur ve bu ruh, canlı bir ruhtur. Bu konuda Max Krell “Kesin söylemek gerekirse, ekspresyonistlerde “biz” yoktur. “ der.
Lionel Richard, ekspresyonizmi anlatırken şu cümleleri sarf eder:
“Gerçeklerden kaçıp soyutlamaya sığınma eğilimi, o zamanın sanatçısının toplum içindeki durumundan kaynaklanıyordu. Burada yine Almanlara özgü bir evrim göze çarpar: yazar toplum içinde küçük burjuva konumundaydı; ama bir aydın olarak belli bir sınıfa dâhil değildi, toplumsal bir kimliği yoktu. Yazar bu boşluğun bilincindeydi ve bunun ona verdiği sızıyı kendi içine kapanarak yok etmeye çalışıyordu. Toplumun baskısı altında alman aydınının çektiği acı, onu kendinden başka amaç aramayan bir sanat yöneltti. Sanat özgürlüğe giden yol olarak görülüyor, böylelikle estetik bir duygu, dini bir niteliğe bürünüyordu.”
5.4. Eğitici, Faydacı sanat:
Dışavurumcu sanatkârlar, kimi zaman ümitli, kimi zaman karamsardırlar. Kendilerini reformcu addederler. Amaçları okuyucuyu eğlendirmek ve estetik haz değil, onu sarsarak ve şaşırtarak içinde bulunduğu uyuşukluktan kurtarmak ve değiştirmektir. Okura farkındalık aşılanır.
5.5. Dil ve üslup:
Ekspresyonistler için önemli olan geniş kelime haznesi, değişik dil imkânları ve yenilenmiş dildir. Bir noktadan sonra dilde bulunan kalıplar yeterli görülmemiş ve yeni kelime türetmeye kadar varmıştır iş. Çeşitlilik, coşkulu anlatım ve ölçülülük esastır. Geleneksel formların ortadan kaldırılması, şifre dili diye anılan yolla gerçekleşiyordu. Bu üslup dadaizme yol açtı diyebiliriz.
6- Türlerinin özellikleri
Erken dışavurumcu şiir örnekleri Fransız şair Arthur Rimbaud tarafından verilmiştir. Ayrıca Charles Baudelaire’in “Les Fleurs du Mal” adlı şiir derlemesi son harekete geçiştir şiirde.
Lirik türünde kendini gösteren dışavurumculuk, şiirde derin heyecan ve sıcaklık yanında çok kere de mübalağa ve ifrat göstermekte, şekilsizlik ve ölçüsüzlüğe düşmektedir. Burhanettin Batıman, eser kahramanları hakkında şu yorumu yapar:
“Eserlerde karakterler çok kere kendi mukadderatlarını yaşamayan, bilakis şairin fikrini taşıyan varlıklar olduğundan, canlı bir mahiyet arz etmezler.”
Realite umumiyetle şairin ruh süzgecinden geçtiği için çok kere değişmiş, tanınmaz hale gelmiştir. Hadiseler natüralist görüşle tasvir edilmez. Olayların seyrine yazarın müdahalesi vardır.
Ekspresyonizmin dramatik eserleri natüralist tiyatroya tepkidir ve sırf tekniğe dayanan bu medeniyetin boşluğuna karşı mücadele ederler. Natüralist tiyatrodaki psikoloji, samimiyet, sükûn ve trajediye karşılık, Ekspresyonist dram büyük şekil, heyecan abstraksiyon ve tip tasviri ortaya koyar.
Dışavurumculuk resim sanatından gelme bir terimdir. Resimde ekspresyonist yaklaşım üzerine Felsefe Sözlüğü şöyle der:
“Bu bir metafizik sanat anlayışıdır. Pratik bir örnekle açıklamak gerekirse, bir karpuzu resmeden tabloda bir karpuz görülmez, çünkü paranteze alınmış özdeksel bir dış dünya varlığıdır. Buna karşı ressamın “karpuzun kendiliği olarak kavradığı öznel bir biçim” resmedilmiştir. Bu çığırın yol açıcısı ünlü ressam Van Gogh’dur. Bu akıma özellikle Picasso’yla, aynı felsefel temelde olan Kübizm’e varmıştır. Gerçek biçimler, yerlerini, geometrik biçimlere bırakmıştır. Çünkü geometrik biçimler “varlığın kendiliği”’dirler. Güzel bir kadın, metafizik çözümlemede, geometrik bir biçimdir. “
Ayrıca, Barbara Baumann, bu akımın resim sanatında önemli bir noktaya değinerek şunları söyler:
“Mecmualardaki baskı resimler ve gazete resimleri, yazılmış kelimelerin etkisini tamamlıyordu. (…) Norveçli ressam Eduard Munch’un “Çığlık” adlı tablosu, ekspresyonist duyguların ifadesinin en ünlüsüydü.”
Ekspresyonist toplum gerçeğe sırt çevirdiği için başarılı olamamıştır. Georg Lukàc, “ekspresyonizm son burjuva toplumunun soysuzlaşmış bir anarşist çehresidir. Toplum gerçekliğini görmemiştir.” diyerek ekspresyonist akıma olan tepkisini dile getirmiştir.
Tiyatro eserlerinde acımasız parodiler, karikatürü aşan abartılar, kaba saptırmalar vardır. Bu rağbet görmemiştir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, 1924 yılındaki iktisadi iyileşmeyi saymazsak, ekspresyonizm kendi içinde başarısız bir akım olmuştur. Ekspresyonistler ne savaş problemini çözebildiler, ne yeni insanı gerçekleştirebildiler, ne yeni ve güçlü bir estetik program ortaya koydular, ne de bu çerçevede güçlü eserler ortaya koyabildiler.
----------------------------------------------------------
7. Kaynakça:
AYTAÇ, Gürsel. Çağdaş Alman Edebiyatı, Ebabil Yayıncılık, İstanbul, 2005.
BATIMAN, Burhanettin. Alman Edebiyatı, 1.Baskı, Remzi Kitabevi, Ahmet Sait Matbaası, Ankara, 1945.
BAUMANN, Barbara. & OBERLE, Birgitta. Deutsche Literatur in Epochen, Max-Hueber Verlag, München, 1985.
CEVİZCİ, Ahmet. Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2005.
ÇETİŞLİ, İsmail. Batı Edebiyatında Edebî Akımlar, 7.Baskı, Akçağ Basım Yayın Pazarlama A.Ş., Ankara, 2006.
HANÇERLİOĞLU, Orhan. Felsefe Ansiklopedisi: Kavramlar ve Akımlar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.
KARAALİOĞLU, Seyit Kemal. Edebiyat Akımları, İnkılâp ve Ata Kitabevleri, İstanbul, 1983.
TUNCAY, Yiğit. “ Öznelci – İdealist Bir Çığlık: ’Dışavurumculuk’ ”, Yeni İnsan Dergisi, Sayı 26, 1994.
Not: Çağdaş Alman Edebiyatı dersi için sunum olarak hazırlanmıştır. Sivas, 2007
buradan alıntıdır tıklayın