Gönderen Konu: **İBRAHİM BALABAN Ropörtajı**  (Okunma sayısı 3681 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı B૯ηбüL

  • Yönetim K.Ü
  • Uzman
  • *
  • İleti: 4.432
  • Karizma Puanı: 1631
    • seyfullah sünbül
**İBRAHİM BALABAN Ropörtajı**
« : 07 Mart 2008, 18:28:38 »

Hülya Okur ünlü usta ressam Nazım Hikmet’in dostu İbrahim Balaban ile çok özel röportaj yaptı.

“BİR RESSAMDI O, OTURDUM KARŞISINA, BENİ ÇİZMESİNİ SÖYLEDİM. ELİMİ, YÜZÜMÜ, GÖZÜMÜ BEKLERKEN KAŞIMA NAZIM HİKMETİ ÇIKARTTI. ONA DİKKATLİCE BAKTIM. GÖZLERİNDEKİ GÜLÜMSEME BENİMKİSİYLE AYNIYDI, SAÇLARININ DALGASI İÇİMDEKİ COŞKUYU GÖSTERİYORDU, İNCE BIYIKLARI İSE HER SÖZÜNÜN ÜSTÜNDE BİR ÇİZİK OLMAK İÇİN DURUYORDU. AĞLADIK BALABANLA RESME BAKIP BAKIP. ANLADIM Kİ, YAPILAN RESİMDEN SONRA, RESİMSİZ, İSİMSİZ, BİÇİMSİZ  HAYATLARIMIZ VARDI.


İBRAHİM BALABAN- Bir kere nasıl ressam olduk? Nasıl ressam olduğuna başkaları şaştı. Ben de başkalarının şaştığına şaştım. Şimdi 1951 yılıydı. Şair baba dediğim Nazım Hikmetle beraber İstanbul’u geziyoruz. Daha önce Nazım Hikmetle Bursa Cezaevinde birlikte yatmıştık. Nazım Hikmetten ben feyiz aldım, ders aldım. Ama Nazım Hikmet öylesine büyük bir adam ki, hiçbir zaman bana:- şöyle yap, böyle çiz” demedi. Bunu hep yanlış biliyorlar. Fakat artık doğruyu da söylemeye başladılar. Ben anlatırken doğruyu da anlatmaya başladılar. Zühtü Bayar’ın bir yazısı çıktı. O yazı çok önemli. “Nazım Hikmet bir kuram koydu, Nazım Hikmet’in talebesi Balaban da onu uyguladı” dedi. Ayrıca Nazım Hikmet kuramda koymadı. Nazım Hükmet, resim nasıl olunur diye söz etti. Nazım Hikmet ile içeride yatıp dururken, benim ne yaptığımı, ne ettiğimi bilmiyor. Benim onun  yanına talebe olarak kendimi götürmem lazım. Çırak olarak, usta ile birlikteliğimizi sürdürme hissi o. Ben Nazım Hikmeti görmeden önce, bulmadan önce not eklemişim. “Bu ne beter bir olgu. Çadır denilen manada, ressamlığım ana rahmine düştü. Ve aynı gün jandarmaların infazı ile sarp derede falaka işkencesine çarpıldığımı, cümle alem bunu bilmez ama ressamlığımı bütün cümle alem bilir.” Şimdi demek ki benim ressamlığım, sarp derde jandarmaların beni falakaya yatırması ile ressamlık başlıyor. Ama velakin durup dururken, jandarmaların vurduğu yüzlerce insan ressam mı olmuştur, şair mi olmuştur? Bu doğanın yada Allah’ın verdiği büyük bir nimet. Bu çarpıntının, bu belanın, bu dramın içinden Balaban nasıl çıkmış? Şimdi 16 yaşında iken, bu falakadan sonra Bursa mapushanesine düşmüşüm. Fakat burada bir şey daha var. 16 Yaşımda, yıl 1938. 1937’de düşüyorum. 1 yıl sonra çekilmiş bu fotoğraf. Burada ne diyor?” Mapushane’nin merdivenlerine dikilip de durmuşum” Ben burayı işgal edeceğim, ben burayı okul edeceğim manası saklı bu fotoğrafın altında. Hüda-i mabet yada tanrısal bir dürtü ile merdivenlere direnmişim, Mapushane’nin merdivenlerine dikilip de durmuşum” diye fotoğrafını çektirmişim. Böyle bir çocuk nasıl oluyor da Nazım Hikmet’in yanına gidebiliyor? Merdivenlere dikilip de duran bir çocuk, Nazım Hikmet’in yanına gidebilir. Başka kimse gidemez. Neden gidemez? Çünkü doğasal olarak ona, genlerden gelen bir dürtü yoktur. Bursa’nın Seç Köyünde okul olmadığı halde, elinden bir defter, kalem, babam çift sürüyor, oturmuşum, karasabanlı çift süren dönemecin başında. Ve orada resim çiziyorum. 5 yaşındayım. Alt tarafımızda dere var. Bakıyorum bakıyorum çok büyük. Babam da çok büyük. Bakıyorum bakıyorum defterime sığdıramıyorum. Biz çift sürenler, Dırga Mehmet var, deli Ahmet amcam var. Tutuyorum Deli Ahmet amcanın resmini deftere yapıyorum. Babam geldi dedi ki: “Deli Ahmet Amcanın resmini yapmışsın, benim resmimi neden yapmıyorsun?” “Sen dedim babamsın, bizim öküzler de çok büyük. Benim defterime sığmıyor.”dedim. Burada mapushaneye. Nazım Hikmete çıkarak oldum. Oldum ama bu kadar büyük bir insan, bana –şöyle yap, böyle yap demedi. Yalnız senin bu çizdiğin kalem desenlerini, Türkiye’de değil, dünyada çizen yok dedi. Baktım ki gerçekten kimse yok. Kimler çizmiş biliyor musun? Leonardo De Vinci çizmiş. Mikel Angelo çizmiş, Mikel Angelo yatmış ve 2 yıl tavanda resim yapmış. Sırtüstü resim yapmış diyorum ya, ben bundan 3 ay evvel, fıtıktan ameliyat oldum. Doktoru çok sevdim. Kamerada geldi. Yattığım yerde ben, ameliyat olmuşum, doktorun resmini çizdim. Ben böyle bir ressamım. İşte bundan ötürü Nazım Hikmet bana hayrandı.

HÜLYA OKUR-1921’de Bursa’nın Seçköy’ ünde doğdunuz. Ve burada üç sınıflı bir köy okulunda okuduktan sonra başka okullarda okuyamadınız.  Tahta sıralar, tahta tuvallerin yerine geçene kadar Balabanın duyguları nasıl ifade buluyordu?
İBRAHİM BALABAN- İşte ifade buluyordu. Boyna kırlarda öküz güdüyordum. Öküzlerin resimlerini yapıyordum yani. Düğünlerin, bayramların da resimlerini çiziyordum. O kadar çok düğün, bayram oluyordu ki, hangi birini izleyeceksin
 

HÜLYA OKUR-İlk evliliğinizden iki erkek, bir kız çocuğu ve beş torununuz var. 1955 doğumlu oğlunuz  Hasan Nazım Balaban da sizin gibi ressam. Çocuklarınıza ve torunlarınıza gökkuşağının renklerinden başlattınız hayatı anlatmaya?
 

İBRAHİM BALABAN- Nihat Aybar diye bir artist gelmişti. Devlet Tiyatrolarında oynuyorlardı. Ben o zaman Bursa’da oturuyordum. Bana sık sık gelirdi. Dedi ki:”Nazım Hikmet, Balabanı bulmuş diye biliyorlar seni”dedi. Usta dedi: Sen Nazım Hikmeti bulmuşsun. Buradaki o yanlışlığı o fark etti, düzeltti. Bu yanlışlığı senin gibi güzel kızlar geldiği zaman, yanlışlıklar düzeliyor. Nazım Hikmet hiçbir zaman şöyledir, böyledir demedi. Her yaptığıma hayran olur, “müthiş, devam et” derdi. Müthiş derken de, bu müthişin ötesine ben nasıl geçeceğim diye ben müthiş kaygılanmıştım. Ne yaptım? Mahpusların yağlı boya resimlerini yapmaya başladım. Mahpusların yağlı boya resimlerini yapıp dururken, burada, Kemal Tahir’e mektup yazmış. Kemal Tahir’e diyor ki:” Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim, 3 aydan beri şahaser resimler yapıyor” Nazım Hikmet’in, “Kemal Tahir’e Mektuplar” adlı kitabından 210 sayfa, 113 bölüm. “Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim, köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, 10 sene cezası var, berberlik ediyor içeride, ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, bir gün boya istedi verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portresi bir şahaserdi ve şimdi 3 aydır şahaser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim, yaptığı resimleri Burhan Toprağa  yolladım(Yani akademi müdürü) Mütteumimle sahici milletimle bir kat daha övündüm. Kabil olsa bu portlerden birini sana göndereceğim. Mana, ifade, kompozisyon, renk, hacim, filan falan bir harika. Şiir yazmaya da, okumaya da dehşet merakı var. Hayranım köylüme” diyor.

 

Benim çocuklarım 2 oğlum , bir kızım elden gitmeden önce benim yanımda, ben resim yaparken, benim yaptığım resimleri seyrediyorlardı. Büyük oğlum Ressam Nazım 5 yaşındayken başladı resim çizmeye. Şöyle çiz, böyle çiz demedim. Hasan Nazım’ın resimlerinden bende faydalandım. Hasan Nazım’ın çizdiği resimler, benim araştırma yapıp da buldum bulamadım diye uğraştığım bir dönemde Hasan Nazım bana yol gösterdi. Ayrıca onun yaptığı öküz resimlerinden birini ben kendi tabloma koydum.

 
HÜLYA OKUR- Siz aranızdaki farkı: ”Ben dram biçiminde yapıyorum, o masal biçiminde.” Oğlunuzda:”Babamın resimlerinde dram var, benimkilerde ise işin oyun tarafı, köylünün neşeli, coşkulu tarafı var.” Şeklinde anlatıyorsunuz. Sizce resimde özgün tarz, aynı çizimin farklı  duygular uyandırması ile oluşabilir mi? Ve oğlunuz için benden daha iyi bir ressam ve resim aramızda rekabetin olmadığı bir alan diyebilir misiniz?


İBRAHİM BALABAN- Şimdi rekabet kendi kendine oluşur. Bir koşucu, kırlarda keçi güderken kendi kendine iyi koşuyorsa, keçilerden birini kurt kapmışsa, kurdun elinden keçiyi kurtarıyorsa o iyi bir koşucu olur. Zaten böyle iki koşucu bizim evde vardı. Ben kendi kendime koşuyordum. dünya çapında ün yaptım. Nazım Hikmet beni koşarken alkışladı. “Sen hep birincisin” dedi. Beni Nazım Hikmet beğeniyorsa, onun bilmediği şeyleri de yapacağım demektir. Benim oğlumda kendi kendine koşuyor. Kendini geçmek için uğraşıyor. İsterse beni geçmek için uğraşsın ama burada birkaç tane dost var, yolda geçerken konuşuyoruz, “oğlum o kadar güzel resimler yapıyor ki” dedim, Sami Gürel adlı resim öğretmenine. “Biliyor musun Hasan Nazım’ın son yaptığı resimleri gördün mü” dedim? Gördüm dedi. Hasan Nazım beni geçmiş dedim. Yok dedi. Balabanı kimse geçemez. Kime sorsam öyle diyor. Ben Hasan Nazıma şevk vermek için söylüyorum. Bunları yapan Hasan Nazım da “yok diyor, ben seni geçemedim.”diyor.

HÜLYA OKUR- Ailemin içinde Derviş Ali’ler vardı. Bursa’da Kara Kadı’lar vardı.”diyorsunuz.  Dedeniz Hacı İbrahim de köye okul yaptıran bir zattı. Peki sizin üç sınıflı okul dışında eğitiminizi sürdürmemenize dönüp baktığınızda, ailenize, hazine kasasını bahçesine gömen ve sonrada unutan insanlar gibi bakıyor musunuz? Yani mektepsizlik, eserlerinizin yüzde kaçını gömülü tuttu sizce?
İBRAHİM BALABAN- Çok güzel bir soru. Benim dedem, Hacı İbrahim, vali ile dostluk kuruyor. Bursa valisi, Ahmet Refik paşa, dedemin ayağına geliyor. Dedemin evine,, köyüne gelmesi, bütün etraf köylerde yankı yapıyor. Fakat diyor ki: “üç tane okul getireceğiz, senin köye getirelim mi?” diyor. “Ama burada okul yok” diyor. “Yeni bir ev yapıldı, satın alacağım orayı” diyor. O ilkokulu ben biliyorum. Ben o ilkokula 5 yaşında gidiyordum. O ilkokula Hacı İbrahim gelmiş gibi, hocalar beni ayağa kalkıp selamlıyorlardı. İşte o zaman ben elime defteri, kalemi aldım. Dediğin gibi, bizim soydan gelen, genleri zincirle eklene eklene gelip, bana kadar ulaştığını söyleyebiliriz. Demek ki dervişlerle, erenlerle bir ilgisi var. Dedem, durup dururken okul yaptırıyor fakat ben o okulda da okuyamıyorum. Yalnız çocukların okuduğu kitaplara bakıyordum. Nebukadnazır okumadığım halde ezberimdeydi. Irakta heykelleri falan çıkıyor. Konfiçyusleri ve hepsini ne gerekmişse, ne gerekmişse belleğimde depo olur. Abuk subuk şeyleri beynimde tutmam.

HÜLYA OKUR- İlk olarak babanızın, dedenizin ve köylülerin; çift sürerken resimlerini çizdiniz. Boyunduruğa koşulu karasabana kayışlanmış tarlada çift sürerken babanızın resmini çizmeye çabaladınız çoğunlukla. Babanız, sizdeki büyümenin mi, figürdeki çeşitliliğin bir ifadesi mi idi?


İBRAHİM BALABAN- Düğünler, oluyor, gelinler oluyor, güvey çıplak sade sırtında havlu var, güzel bir model. 8-10 kişi kar yağarken çıkan bir güveyi giydiriyorlar. Bu çok güzel bir model. Bunu yapmıyorum, bunları almıyorum da, çift süren öküzleri çiziyorum.


HÜLYA OKUR- Neden?

İBRAHİM BALABAN- İşte bu nedeni sonradan dillendirdik. Kendim dillendirdim. Çünkü 5000-10000 yıldan beri öküzleri karasabana koşan atalarımız gibi hala öküzlerini çift sürenler var. Bunu çizmenin nedeni, bunlar bizi doğurdu. Ben 5 yaşında çocuğum. Sizde hiç vicdan, merhamet yok mu? Niçin bu öküzlere iyi bakmıyorsunuz? Sırtını tamar etmiyorsunuz? Niçin iyi yem vermiyorsunuz? Çünkü çift sürüyor. Ekinleri, tarladan harmana getiriyor. Harmanda, düvende buğdayları oluyor. Buğdaydan erlere gidiyor, hep öküzlerle. Sürekli dönüp dolaşıyor. Sürekli öküz koşumu ve karasaban…Zaten diyorum ki kitaplarımdan birinde, Bursa’nın seç köyünde doğdum. Nakışların içinde büyüdüm. Karasabanın yanında büyüdüm. 16 yaşında iken, öküzler bir boynuz çaldı, düştü dama.”diyor. Modern çağa dönüşmediğini söylüyorum burada. Sosyal ilişkiler, sosyal hareketler, köy yerinde, Türkiye’de, Orta Asya’da modern çağa dönüşmediğinden, yani traktör daha gelmediğinden, yani 5000-10000 yıl evvelki üretim tarzı hala devam ediyor. Hala bu ilkellik devam ediyor. Bu ilkellik beni çarptı. Onun için düştüm dama. “öküzler bir boynuz çaldı, düştü dama”nın arkasında ilkellik var.
HÜLYA OKUR- Hasan ve İsmail adında iki kişi babanıza geliyorlar ve diyorlar ki; “Biz bir iş çeviriyoruz, sen bu işe ortak olacaksın. Bu kendiri biz işte kevgirden geçireceğiz, elekten geçireceğiz esrar yapacağız, satacağız çok para kazanacağız.” Babanız sizi siz 16 yaşında iken  mağarada yapılan bu işi takip etmeniz için mağaraya gönderdiği sırada basılıyorsunuz, oradan kaçmanıza rağmen jandarmaya teslim oluyorsunuz. Ve jandarmalar tarafından mağaraya götürülmenizin ardından, orada başkasının patlattığı silah üzerine tutuklanıyorsunuz. Bu sicille, resimlerdeki imzanızdan soyadınızı çıkartmak istediniz mi hiç? Yani babanıza öfke duydunuz mu oraya sizi gönderdiği için?

 

İBRAHİM BALABAN- Hayır, duymadım. Babamı her zaman severim. Babam ne derse onu yapmışımdır. Babam yanlış bir şey yapmıyor ki. Bütün köyü tütün dikiyor, ayıngacı dikiyor. Tekele veriyor bir kısmını. Bir kısmını da kaçak olarak satıyor. Buna da ayıngacılık denir. Bir arada hin kendiri ekiyor köy. Bütün tarlalar hint kendiri ekildi. Hatta bugünkü gibi gözümün önünde. Benim resim yaptığım aşağı bağlar tarlasında hint keneveri yapmıştık. Bende arabaya bindim hint keneverinin üstüne. O bana baktı, ben ona. O kadar hoş kokuyordu ki, hep hatırımda, eve getirirdik. Evlerde esrarı çıkartıyorduk. Köylülerden birisi, Koca Ahmet derler. Onu jandarmalara haber vermiş, birileri. Koca Ahmet’i içeri attılar. Niye içeri aldılar Allah Allah bu herifi? Esrar çıkarmış. “Eee hepimiz çıkardık.” Dediler. 6 ay ceza verdiler. Şimdi bizim zamanımızda, ben mağaraya geldim, kaçtım ve falakaya yatırıldım ya, bu falaka resminin arkasında hem dram, hem de benim ressamlığım yatıyor.

HÜLYA OKUR- Ve Bursa mapushanesinde Kadınlarla erkekleri bir yere kapamak isterken, kimin tarlası, bahçesi varsa birbirine takas yaptığı, Yavuz denilen zırhlıyı Rusya’ya kaçırırken yakalandığını söylentileriyle anılan Nazım Hikmeti gördünüz. Bu şayibelere yol açan, mavi gözlü devin kulağı, burnu yada parmağı  olabildiğinize ilk ne zaman inandınız? Onun resimlerinden önce insanlığında sizi çeken özellikleri neler oldu?

İBRAHİM BALABAN- Ben resim yapıyordum. Benim odam aşağıdaydı. Bir onun odası vardı, bir de benim odam. Ben resim yapıyordum. O da orada yatıyordu, şiir yazıyordu falan filan. Ama ayrıca benim yattığım bir oda vardı ikinci kısımda. Orada büyük tabloları yapıyordum. Atölyem gibiydi. Adamın birisi geldi. “Nazım Hikmet gönderdi beni” dedi. “Bana 4-5 tane fırça ver, götüreceğim”dedi. Vermiyorum, hadi git dedim. Ama dedi:” Nazım Hikmet gönderdi. Niye vermiyorsun?” “Vermiyorum, defol git!” dedim. “Şimdi gideceğim söyleyeceğim ama” dedi. “Nazım Hikmet istedi de dedim de, gene de vermedi diyeceğim ama” dedi. “Aynen söyle! Nazım Hikmet değil, kimse gelirse gelsin fırça vermiyorum, defol git!”dedim. Biraz sonra, yarım saat sürmedi, revirden, bir kapı, iki kapı, üç kapı, dört kapı ve beşinci benim kapım, “güm!”diye arkasına vurdu ve ben hopladım kalktım. Buraya adam gönderdim, bana fırça vermemişsin” dedi. Ben böyle gayet rahat baktım:”Vermedim!”dedim. Sahiden niye vermiyorsun? Dedi. Allah Allah, ben sana bir torba, bir sandık boya verdim, bir tomar fırça verdim, sen bana 4 tane fırça vermiyorsun.” “Vermiyorum” dedim ben yine. Ben başladım resim çalışmaya.” Yahu tefekkeli dememişler, bir baba oğluna bağ verirmiş de, oğlu ona bir salkım üzüm vermezmiş” dedi. Bende döndüm:” “Bunu biliyordun da neden verdin?” O zaman ne dedi biliyor musun büyük adam, ranzaya eğildi;”Balaban, Balaban sahi söyle de, niçin vermiyorsun? Dedi.”Şair baba, sen fırçaları tersine tersine sürtüyorsun”dedim. “Balaban, ben ressam mıyım? Ben ne bileyim fırça sürmesini?” dedi. O zaman ne dedim biliyor musun? Ayağa kalktım; “Al dedim, fırçaların hepsini al! Dedim. “Sen benim şair babamsın, sana fırça değil, canımı bile veririm” dedim. “Yok yok Balaban, sen büyük ressamsın, ama ben değilim, fırçaların ucunu bozar, bozarım. Ama şu uçları bozuk fırçalardan alayım” dedi.

 

-Ve burada tutamıyoruz kendimizi, ağlıyoruz Balaban ve ben!-

 

Böylesine büyük bir adamın talebesiyim ben. Aferin çok güzel şeyler biliyorsun sen ve bana soruyorsun. Mızraklı ilmihal gibi olmasın bizim röportajımız, benim hayatım renkli işte.


 

HÜLYA OKUR- Nazım Hikmetten sizin resminizi yapmasızı istediniz. Fakat Nazım resmi tamamladığında, beğenmediğinizi söylediniz. Çünkü kravatınızı ve ceketinizin yeniliğini çizmemişti. Bunların nedenini de tahsildarları sevmediğini düşünmesi ve ceketin güzelliğinin sizin güzelliğinizi gölgede bırakacağı şeklinde açıkladı. Bu kafa tutuş, onun sizden daha iyi resim yapmasına bağlı bir kıskançlık mıydı, yoksa ondan hiçbir ayrıntıyı kaçırmayacak bir ustalık mı bekliyordunuz?

 
İBRAHİM BALABAN- Dediğin çok doğru. 500-800 kişi var. Allah’ın bir tek kulu Nazım Hikmeti sevmiyordu. Bütün düşmandı. Çünkü karılarla kızları bir yere birleştiren, tarlalarla bahçeleri karıştıran, zırhlıyı Rusya’ya kaçıran adamı severler mi? Nazım Hikmeti o kadar girdaba sokmuş ki, iktidar o zaman. Nazım Hikmetin hiç suçu olmadığı halde, büyük şiirler yazdığı için. Çünkü Nazım Hikmet’in yazdığı şiirler dünyayı salladı be! Bu sallantıdan korktular. Hala korkuyorlar. Şimdi korkmayanlar, şiirlerini okuyanlar, senin benim gibi kültüre bulaşmış kişiler. Ama he valla bu%1 kişi olsa. Hapishanede hiç kimse sevmediği halde, ben Nazım Hikmete 18 yaşında çırak oldum, 2 yıl sonra. Ama 17 yaşındayken geldim hapishaneye, bu çapraşık kötü sıvamalar, iftiralara rağmen bana her şeyi söylediler, böyle böyledir dediler. İktidar bugün olsa yine aynı şeyi yapar, beğenmediği adamı, hiç suçu olmasa da hedef yapıyorlar. Hedef ne? Ona bir suç buluyorlar, içeri atıyorlar. Bu bir hedef. Özgür gezerken bunu tutturamıyorlar, habire resim yazıyor, resim yapıyor… çünkü özgür.  Beni de dışarı çıktıktan sonra ikide bir içeri attılar. Kaç kere hücrelere attılar. Bursa Emniyet Müdürlüğünde 32 gün sandalyede oturttular. 500-1000 kişi sevmediği halde, ben kalkıp da Nazım Hikmete neden gidiyorum? Nazım Hikmet ne yapıyor? Resim Yapıyor, bende resim yapıyorum ya, bende çiziyorum. Öyleyse bu çok büyük bir ressamdır. Ben bundan feyz alırım diye düşünüyorum. Nazım Hikmet şiir yazıyor, bende şiir yazıyorum o zamanlar. “Şimdi resim yapan, şiir yazan bir adam kötü olamaz.” Diye düşünüyorum, daha çocukken onun yanına gidiyorum. Dünyanın en büyük adamı, dünyanın en büyük okullarında okumuş, ben hiçbir okul okumamışım, şakkadanak yanına gideceğim. Ve ona çırak olacağım, talebe olacağım. Aramızda 21 yaş fark var. Bu cesaret bende nerden geliyor? Resaam olduğumdan ileri geliyor.



HÜLYA OKUR- Ve Nazım size güzel sanatları, liseyi, ortaokulu okuyup okumadığınızı sordu arka arkaya. Siz hayır dediniz. Ve onun sizi çırak olarak yanına almayacağından endişe ettiniz. Sordunuz ve şu cevabı aldınız:”sen beni usta olarak kabul edecek misin? Dünyadaki kaç büyük yazar, şair, ressam, ustalığı sadece kendinde aramaz ve başkasının hakkını vermesini bilir?

 
İBRAHİM BALABAN- Nazım Hikmet öylesine büyük bir adam ki, onun büyüklüğünü herkes bilir, takdir eder. Ama zannedilir ki, Nazım Hikmet birini kafaya koyduysa, onu alır, tornadan geçirir, şair yapar, ressam yapar, adam yapar. İşte bu yanlış! Nazım Hikmet, marangoz değil, tornacı değil. Orada 1000 kişi içinden beni çekecek çıkartacak da, elekten geçirecek. Böyle saçmalık olmaz. Ama Nazım Hikmet, kimin ne olacağını biliyor. Bendeki ışıltıyı görüyor. Çünkü kendini bende görüyor. Hatta bunu sık sık söylerdi. “Resim yapsam, aynı böyle yaparım” derdi. “Buyur yap” derdim. “Yok canım ben ressamıyım” derdi.HÜLYA OKUR- Şairdir, yazardır, bir ressamdır, yönetmendir, senaristtir, velhasıl büyük bir sanat emekçisidir Nazım Hikmet. Ama sizin  yeteneğinizi sezip gereçlerini ona armağan ettikten sonra resim yapmadığı söylenir. Doğru mu?

 
İBRAHİM BALABAN- Doğru. Boyalarını, fırçalarını verdi ya! Bundan sonra resmi sen yapıyorsun dedi. Ve en sonra konuşurken, “Ben Memleketimden insan Manzaralarının kitabını yapıyorum, sende resimlerinle Memleketimden insan Manzaralarını yapacaksın” dedi. Bu büyük kitapta da benden sık sık söz ediyor. Ben burada ben Aliyim.

 

“Memleketimden İnsan Manzaralarında” sözünü ettiği bölümlerden biri.

 

“Dört lambalı ve 29 modeliyle hapishanede radyo. 15 gün önce yolladırlar halk evinden. Ve koridora kurdular. Dışarıda soğuk ve cam gibi bir gecenin altında. Tüyleri diken diken, kat katı donmuştu bozkır. İçerde hapishane uykusundadır. İçeride yalnız 3 kişi uyanık. Nöbet yerinde gardiyan, radyo başında ressam Halil ve Bethoven Hasan. Sesini kısmışlar. Ve 500 kilometre güneylerinde turunç bahçesi dolduran senfoniyi dinliyorlar. Binlerce kilometre doğudaki Moskova’dan. Başını avuçlarına almış Bethoven Hasan. Sokmuş siyah uzun saçlarına parmaklarını.


HÜLYA OKUR- Bir olayda hapishanede berberlik yaptığınız sırada başınıza geldi ve Nazım sizin  berber aynasındaki yansımanızı resme almak istediğini söylediğinde, siz karşı çıktınız. Çünkü Nazım’a “bende resim yapıyorum” dediniz. Bu bir meydan okumamıydı? Yada  Picasso gibi aynadaki yüzünüzden utanç mı duydunuz onun mütevazılığı karşısında?  

İBRAHİM BALABAN- Orda 5-6  berber var. Şaşırıyor onlar. Bizimkini yap diyorlar. Yok İbrahim’in resmini yapacağım diyor. Ben sana resim yaptırmam deyince, onlarla ilgisi yok. Nazım Hikmet benim daha önceki portremi, benim umduğum gibi yapmadığı için ona öfkem var. Bir kere yaptırmıştın ya! Dedi. Ama beğenmedim dedim. Şimdi beğenirsin dedi. Yok dedim ben sana resim yaptırmam. Ama bunun altında ne var? Herkes onun aleyhinden konuşuyor diye, sevdiğim bu çocuk da benim için kötü mü düşünüyor” diye kıpkırmızı kızardı. Niçin söyle dedi bende onu bu düşünceden kurtarmak için, “Çünkü bende resim yapıyorum dedim. Kızarmış olan yüz, birden bire aydınlandı. Zaten zaman zaman bu şekilde ben baş kaldırırdım. Bunu hoş görüyordu Çünkü bendeki kudretin bir yansımasıydı o baş kaldırma.


HÜLYA OKUR- “Jandarmalar geliyordu, bizim köyün ortasında büyük bir çınar vardı. Çınarın üstünde yüzlerce kerkenez kuşu vardı. Jandarmaların boyları küçük, silahları uzundu. Jandarmalar kerkenez kuşlarına uzatıyordu mavzerlerini ve kerkenez kuşlarını vuruyorlardı kan revan içinde. Ben ağlayarak onların da resmini çiziyordum.” Diyorsunuz. Vahşet ve savaş anını resmetmek, yaşamaktan daha mı zor? Resim, yaşamın sırtına bağlanılan odun gibi hızla atma duygusu vermiyor mu insana?
İBRAHİM BALABAN- Vahşetin içinde olduğumuzun farkında değilim. Aydınlandıkça, kitap yazdıkça, 12 tane kitabım var, 3 tanesi roman 4 tanesi hikaye falan yani.  Resim yaptıkça, yazı yazdıkça bu vahşetin içinde olduğumuzun farkına vardık. Bu falakaya yatırılmış insan figürü benim. Sarp derede falakaya yatırılmış resmimi yapıp dururken bu tabloların gelişimini, oluşumunu kamera çekti. Burada diyeceksin ki, daha evle neden yapmadın bu dramı. Dram bitmedi, tükenmedi ki! Yeni baştan başlıyor. Sosyal hareketler içinde ülkemizin  hali, Orta Asya’da ki, Iraktaki patırdılar, bizdeki ikide bir teröristlerin yaptığı vahşi şeyler ki, ben öyle sine üzülüyorum  ki, bu katliamlar, sanki bu tablonun arka yüzünü gösteriyor. Bu tablo, iki jandarma falakada, oradaki figürü görüyorlar. Bu resimde hiçbir zaman resimden feragat etmemişim. Ne yapmışım? Jandarmalara, öfkem olduğu halde, jandarmalar deccal donuna girmişler oldukları halde, her zaman köylerinden  ana evladı gibi askere gelip, jandarma olunca, birden bire deccal konumuna girmeleri ve ben ressam olarak onların, öylesine vahşi, öylesine gaddar olmalarını gösterirken, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadım. Çok dikkatli yaptım jandarmaların ellerini, gözlerini, renklerini…Haldur huldur çizip boyamadım. Ben bu tabloyu yaparken, hem falaka resmini yaptım ve resim resmini yaptım.
HÜLYA OKUR- 25'inizde cezaevinden çıktıktan sonra evlendiğiniz gün düğün evini basan hasmınız Ağa oğlunu, kız meselesinden  vurup tekrar mahkum oldunuz. 1942 ile 1945 ve 1948 ile 1950 yılları arasını Bursa Cezaevi'nde geçirdiniz. Mahkumiyete aşktan yana çarpılmanın mükafakatını, haksız yere çarpıldığınız gibi aldınız mı?

İBRAHİM BALABAN- Evet ama her çarpılmanın sonrasında, hani bu aleviler, Bektaşiler derler ya:” Acıyı balla eyledik.” Oradaki dramın içinden ben öylesine çıktım ki, arkadaşın birisi çok güzel bir yazı yazdı. “Balaban resimleriyle ölüme karşı koydu” dedi. Remzi Oğuz adında bir yazar. Evet ben resim yaparak ölüme karşı koydum. Seçebilirdi dedi, tekrar tekrar adam vurabilirdi, ama yapmadı dedi.

HÜLYA OKUR- Nazım’ın Bir şiirinde ününü anarak “Memleket toprağındadır kökü / Bedrettin gibi taşır yükü / yatar Bursa kalesinde” dediği Bursa hapishanesi, bir tutuklu hanesi olmasının dışında, tutuk hislerinizin salıverildiği bir özgürlük beldesi olabilir mi?


İBRAHİM BALABAN- Bu tablonun arkasındaki dramlar sürerken, Bursa mapushanesini okul yaptık, Nazım Hikmet ile biz. Orda bana ders verdi. Aylarca ders verdi. Ekonomi, politika dersi. Benim kadar kimse bilmez. Sosyoloji dersi, diyalektik felsefe. 3 yılda kendi öğrendiğini bana 3 ayda aktardı. Akşamları anlatırdı, ertesi gün sabah bunları tekrar edeceksin diyordu. Bende aynen onun anlattığı gibi anlatıyordum. Bir gün: İmtihan yapacağım dedi, bu imtihana doğru cevap verirsen, tekrar resim yapmaya başlayacaksın. Biz ders yaparken resim yapmadık, o da şiir yazmadı. İmtihandaki sorulardan biri şu idi. Bana dedi ki: Avcının birisini, tüfeğini uzattı. Sansarı vurdu. Bu bir dakikalık emeğin karşılığında sansarı gitti 1000 liraya sattı dedi. Oysa bir işçinin 8 saatlik yövmiyesi 100 liradır”dedi. Niçin burada bu kadar ayrım var? Dedi. Hiç kimse bilmiyor!
 

HÜLYA OKUR- Neden birinde kurnazlık ve zeka diğerinde emek var diye mi?

İBRAHİM BALABAN- Yok. Sen ekonomi politikayı , sosyolojiyi okumadın. Benim damadım, doçent, müdür oldu bir fabrikaya, Aslının kocası. Söyledim. O da bilemedi. Öyle dedi, böyle dedi. Yok. Benim oğlum biliyor, çünkü benimle beraber okudu da ondan. Hatta Hasan Nazım benden daha ötesini biliyor. İstanbul’da kim biliyordu bunu? Bir tek Mehmet Ali Aybar biliyordu. Birgün Kemal Tahir’e sordum. Kemal Tahir benim bildiğimi bilmiyordu. Çünkü Kemal Tahir’e bir türlü anlatamadım derdi, Nazım Hikmet. Deseler ki, Kemal Tahirle 4 yıl beraber mi hapishanede yatarsın, yoksa ayrı 8 yıl başka bir hapishanede mi yatarsın? Kemal Tahir ile 4 yıl aynı yerde yatmak istemem dedi. Çünkü ne söylesem tersini anlar, anlamaz dedi.
HÜLYA OKUR- Siz nasıl cevap verdiniz imtihan sorusuna?
 

 
İBRAHİM BALABAN- Avcının emeği bir dakika ama o avcının arkasında onlarca avcı var bu sansarı vurmak için koşuşturan. Görüyor musun bu felsefeyi, hem de sosyolojiyi.



HÜLYA OKUR- Atatürk Kültür Merkezi'ndeki   50. Yıl Resim Sergisini anlatırken Nebil Özgentürk, 80 yaşında bir çocuk gibi olduğunuzdan bahsetmiş. Sergiler, çeyizine el sürülmesini istemeyen bir genç kızın, para koleksiyonundaki eski kağıt paralara dokunulmasına izin vermeyen bir delikanlının duygusu mu? Sergi de satılan resmi yeri boş kaldığında içiniz burkuluyor mu?
 
İBRAHİM BALABAN- Güzel şeylerde uzun cevap vermeyim. Sergiden sergiye kendimi aşarım. Biri birinin taklidi değildir, yeni bir şeydir hep. Ama bu yeni şeye seyrederken dokunmadan edemiyorlar. Bir gün sergi var. Kabartma resim yaptım ben. Heykelle resmi karıştırdım. Rölüyev gibi yaptım. Mustafa Ekmekçi ile yemek yiyoruz. Yav Mustafa durmadan benim resimlerime dokunuyorlar, bende ellemeyin diyorum dedi. Orada hanımın biri dedi ki:”Valla Balaban bende dayanamadım bende dokundum” dedi.
 
HÜLYA OKUR- İçinizi burkan resimlerinize dokunulması ama birde başka yüzü var bunun…Siz İmralı’da yatarken yedi bin tane çizdiğiniz kara kalem desenini denize attılar. Savcılar ve  yargıçlar satılan 15 resmin parasını da ceplerine attılar. Koministlikle suçlandığınız 1946-1947 yıllarında, sizi denize atmadıklarına şükreder hale geldiniz. Bir tablonun yakılması yada ortadan kaldırılması acısı ile su ile yıkanması acısı aynımıdır? Yani boyanın ve çizimin cinayeti midir?
 

İBRAHİM BALABAN- Şimdi burada koministliğin lafı geçince, Koministlikle suçlanmak kadar beter bir şey yok. Öyle bir suçlanma ki, ne yapsalar hayır diyemezsin artık. 7 bin desenimi suya atan adamı, onları ürkütmüş olabilir. Beni de atabilirdi. Çok korktum. Ama benim yaptığım resimlerin paralarını atmıyorlar denize. Onu ceplerine atıyorlar. Bu ne namuzsuzluktur. Ha bu vahşi ve namussuz adamlar, beni motora bindirip, denize gidiyoruz, herhalde derin yerini arıyorlar diyorum. Attıkları zaman nasıl dışarı çıkarım? Böyle de bir duygu var. Hatta ben kendi kendime konuşuyordum. Duydu zannettim. “Ne o sen deli misin, neler konuşuyorsun” dedi. Ben deli değilim, ressamım. Ne? Sen ressam mısın dedi? Hah dedim beni denize atacak! Geldi  kelepçelerimi açtı. “Ben, sizin evde yemek yedim” dedi. Bak şu rastlantıya. Seç köyünden anam onlara yemek yedirmiş. “Ne biçim bela bu dedi senin başına gelen?” Dedi. O jandarma. Sonra beni Mudanya karakoluna teslim ettiler. Çünkü akşam oldu. Mudanya’da bir gece kalacağım. Ertesi gün Bursa Mapushanesine tekrar Nazım Hikmetin yanına geleceğim. Bu dramlar bu tabloların arka tarafında.


 
HÜLYA OKUR- Nazım Hikmet’in  1938'de cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan şiirleri ancak ölümünden 2 yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkartılabilmiştir. Eserlerinizi bir tavan arasında biriktirmeyi yada müzeye dönüşmesini istiyor musunuz, kadri bilinmez endişesi ile?
 

İBRAHİM BALABAN- Şimdi benim imza atmadığım resimler vardı. Ben beğenmediğim resimlere imza atmam. Diyeceksin ki, beğenmedin de niye yaptın?Yaparım fakat yaptığım resimleri hiçbir zaman yırtıp atmam. Bazılarına da “B” harfi koymuşum. Ama o “B” harfi’de geçerli olmuş. Getiriyorlar. Bu senin mi? İ ile B var evet benim diyorum. Unuttuğum bi şey var. İmralı’da Yel değirmeni yapmışım. Yel değirmeni satmamışlar duruyor orada. Bursa Mapushanesinde Nazım Hikmetin dokuma tezgahları vardı. O dokuma tezgahlarının tablosunu yapmıştım ben. 70X100 boyunda bir tabloydu satılmıştı. İzzet Akçan İmralı’ya geldiği zaman söyledi onun satıldığını. İzmir’de satıldı, parasında  İmralı’ya hesabına kondu dedi. Sonra İmralı’da yaptığım resimler, çift sürenler, bıçkıcılar, balık tutanlar, 8-10 tablo zaman zaman gidiyordu, satılıyordu, hesabıma yatıyordu. Fakat öyle bir kulp takıyorlar, Balabanı kominist yapıyorlar. Çok şükür koministim. Şimdi ben koministim demek o kadar kolay ki, o zaman çok zordu. Adamı denize atabilirlerdi. Soruna gelelim…2 metre 10 santimetre boyunda bir tablo getirdiler. Buraya bir imza atıver dediler. Atamam dedim. Yalvardılar yakardılar. Hem de sahtekar bir galerici, ne olacak yani, şuraya küçük bir imza atıver”dedi. Yahşi Baraz adındaki o sahtekar, oraya bir imza atıver dedi. Yanında da iki kişi var. Alacaklar, götürecekler, satacaklar. 30000 lira, 25000 an az. Alın götürün , defolun dedim ben. 1 ay sonra geldiler, yağmur yağıyor. Gene Yahşi Baraza niye getirdin bunu buraya dedim. Dışarıda yağmur yağıyor dedi. Arabaya koyamadın mı dedim. Çünkü o tabloyu imza atmadan aşırdılar. O aşıranları da sonradan düşündüm, buldum. Aradan 2-3 ay geçti. Bu seferde Mehmet Kırat telefon etti. Doku galerisinin sahibi. “Balaban dedi, bir tablo getirdiler, senin burada imza yoktu.” “Yoktur” dedim.Atmıyorum dedim. Ya etme eyleme seni severim, telefonu kapatacağım dedim. Bak dedi, bu tablo senin mi senin değil mi? Bir takım sahtekarlar benim mağrifetimden para kanacaklar dedi. Birisi atıverin ya dedim. Yok dedi kimse atamaz, eğer sen buna imza atmasan bu tablo heder olur dedi. Olur dedim, imza atarım 5000 dolar isterim dedim. Peki 3000 versin dediler. Ya Mehmet Kırat, bunun içinde 2000 var. 1000 lirasını da kendisi aşırmış. Benden o kadar çok resim aşırdılar ki, ben hala şaşıyorum, benden o kadar rahat aşırırken, niçin ben seyre baktım? Ankara’da bir sergi açıyorum. Benim su içen tabloyu alıyor. Reşat Tikiz diye bir herif. İkinci sergiye 3 sene sonra geliyor ve benden gene resim almak istiyor. Sen o tabloların parasını vermedin… O zaman tam suratına tükürülecek bir adam. Fahir Aksoy. Hasan Hüseyin Korkmazgil geldi. Hala vermedi mi bu herif sana tabloların parasını? Hadi gidelim Hüseyin şu pezevengi dövelim dedi. İşte suratına tükürülecek böyle kaç tane adam var.


HÜLYA OKUR- Kağıt bulamadığınız için Beşer Tarihi adlı kitabın  boş sayfalarına çizmişsiniz resimlerinizi cezaevi yıllarında. Bugün ünlü bir ressam olmanıza rağmen, paletinizde renkleri tek tek değil de, karıştırarak elde ettiğiniz colaj yaptığınız ve yokluğunuzu bir yanınızdan eksiltmediğiniz oluyor mu?

 

İBRAHİM BALABAN- O kadar çok kağıt var ki, benim aklıma gelmiş bir sürü kağıt var. Oraya kadar uğraşacağıma, gazete kağıtlarının üstüne yazarım ben. Aklımdakini hemen aktarırım. Ayan beyan kağıt aramam ben.



 

HÜLYA OKUR- “Boyaları atıyorlar, tutuyorlar, yerlere serpiyorlar, serptikleri boyaları ters çeviriyorlar, ondan sonra insanlara, bu resimdir, diyorlar. Hayır, bunlar resim değil, bir soytarılıktır, bir atraksiyondur, bir el çabukluğu marifettir.”diyorsunuz. Bu yanılsamaların insanların iç çatışmalarına ve grift hallerine uygun bir tarafı da yok mudur?


İBRAHİM BALABAN- Sürekli batıya dönük, zaten padilah zamanında da eli kalem tutanları göndermişler resim öğrensin diye. Ula Allah müstakınızı vermesin. Gidinde mekanik bir şey öğrenin. Resim bir yerden bir yere giderek öğrenilmez. Resim kendi kendine öğrenilir. Bir yerden bir şey alarak resim öğrenilmez. O taklit olur. Batıya gidip de, Fransızlar nasıl resim yapıyorsa, dereler, tepeler. Sonradan göndermişler, empresyonistler. Ama Rönesansı taklit edememişler. Kıçları  sıkmamış. Ran Brandı taklit edememişler, Mikelangelo’yu taklit edememişler, Güllüce’nin hiç yanına varamamışlar. Dünyada ilk mağara zamanından beri ben hepsini biliyorum, neler yaptıklarını da biliyorum. Gogini taklit edememişler. Çünkü Gogin Fransa da model bulamamış, Tahilliye gitmiş. Şimdi bunları batıdan alıp burada yutturmaya kalkıyorlar, yutanlarda salak, yutturanlarda hıyar. Ben bu dünya çapındaki ressamları bilmiyor muyum? Biliyorum. Beğenmiyor muyum? He valla beğeniyorum ama özenmiyorum. Resim yaparken onların hiç birinin asıl yaptığı, kafamın şurasından geçmiyor. Hiçbir ressam benim hayalime gelemez. Benim hayalimde Balaban, benim hayalimde öküzler, benim hayalimde bereket anam var, düğünler bayramlar var, erenler, evliyalar var. Benim hayalimde Şeh Bedrettin var. Bak resmimde balıkla konuşuyor Şeh Bedrettin: “Ben bu insanlara söyledim, yarin yanağından gayri, her şey müsterihtir dedim. Bulsalar insanlar anlamadı, sen bari anla” diyor.

 
HÜLYA OKUR- “Benim resimlerimde çile vardır, iriyarı figürler vardır” diyorsunuz. Peki Vincent Van Gogh’un  "Acı duymak gülmekten iyidir, zira acı insanın yüreğini arıtır.” Sözüne istinaden sormak istiyorum: Acıya yanak veren bir tablo, uzanan dudakları kan olarak mı görür? Yani acı, güzel olanı çirkinleştirir mi, daha mı güzel kılar?


İBRAHİM BALABAN- Acı her zaman acıdır. Bütün mesele acıyı aşmanın kudreti varsa insanda acıyı aşar. Van Goh acıyı aşmak için resim yapmış. Ama bir yerde aşamayacağını anlamış. Kendini vurmuş. Resimlerimle ölüme karşı geldim ben. Hiçbir ressamın yaptığını yapmadığım halde, bir sanat manifestom var benim. 1965 yılında yazdığım bir kitap var, o kitap iz düşümü. İz düşümü kitabımda ne demişim bak:


1-Sanat yaşantının izdüşümüdür. (Abuk sunuk resim yapanlar , bizde bizim yaşantımız abuk subuktur, ondan bu abuk subuk resimleri yapıyoruz. Diyebilirler. Onlarıda doğruluyorum burada)

2- Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar.

3- Ben insanı santimetrik ölçülerle değil, diyalektik yöntemlerle resmediyorum.

4- İnsan- doğa ilişkisinde  üretim  araçlarının  insana bir kimlik kazandırdığını ve bu nedenle benim  resimlerimi de biçimlendirdiğini söyleyebilirim.

5- Ben boyaları açık-koyu leke endişesiyle değil, figürlerimin özünde çakmaklaşan ışığı yakmak için kullanıyorum.

6- Ata göre insan değil, insana göre at çiziyorum.

7- Toplulukları   resmederken,  insanları,  ayakta  durdurabilmek  için  dinsel ya da siyasal liderlerine tutunduruyorum.

8- Karasaban koşumu,  binlerce  yıldan  beri  bizi  doyurduğu  için ona put gözüyle bakıyorum.

9- Atalarımızın “Dünya öküzün boynuzundadır” deyişine ben de katılıyorum.


 
HÜLYA OKUR- Sizin yiğeniniz ve köyünüzün muhtarı Hasan Ali Balabanın, bir çınar ağacına  çaktığı"Nazım Hikmet bu ağacın altında yatıyor" yazılı pirinç plaka, bazı köylülerin "Biz komünist miyiz?" diye tepki göstermesi üzerine söküldü. Kominstliğin halk tarafından algısı ve Nazım Hikmete haksızlık yapıldığı noktasında neler söyleyeceksiniz? Koministliği , saatinizin kayışı gibi özellik aramadığınız bir yerde mi tuttunuz?
 

İBRAHİM BALABAN- Şimdi insanlar sevdiği insanının ismini, oğluna kor. Ben de Hasan Nazım koydum ikinci oğlumun adını ise Hikmet koydum. İnsanlar sevdiği insanın adını oğlu birşeysi yoksa, öküzüne de ad koyabilir. Nazım Hikmet’in mezarını buraya getireceğiz de, etrafında döneceğiz, yada çiçek koyacağız, yada ne biliyim, onu put gibi göreceğiz, türbe haline getireceğiz, bunlar insanın doğasal yanlarıdır. Oradaki plakayı Hikmet getirmiş. Muhtarda akrabam kardeşimin oğlu. Televizyonla beraber gittik ne dersin dediler? Bırakalım bu safsatayı, bu küçük oyunlar. Yukarda kayalıklar ve dağ var. Bu kayadan dedim bir taş yuvarlasanız, o taşı ben ressamım, heykel yaparım. Ama siz bu heykelin ne olduğunu anlayamazsınız, “Put yaptı Balaban diye, kırarsınız” dedim. “Sizde kafa yok” dedim. Siz hayvansınsınız. O çirkin suratlarınızı ben 50 yıldan beri resmediyorum. Anlamıyorsunuz. Demişsiniz ki: Balabanın bize ne faydası var? Ee benim size ne faydam olduğunu bilemezsiniz ki! Ben size bulgur, tarhana veremem. Siz size bulgur, tarhana verenlere oy verin dedim, bana oy vermeyin. Amma sizin çocuklarınızı, sizin torunlarınız sizin suratlarınıza tüküremeyecek, mezarlarınıza tükürecek”dedim. Balaban gibi bir adam doğdu da sizin suratlarınızın resmini yaptı da, siz hala daha ne faydası oldu demişsiniz, diyeceksiniz! Diyecekler dedim. Bana hiç karşı gelmezler. Çünkü biliyorlar hayvan olduklarını.

 
HÜLYA OKUR- İlk serginizi 1953'te İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi'nde açtınız. 1961'de Yeni Dal Grubu sergisindeki bir tablonuzdan dolayı yargılandınız.Yine 1968'de Gazi Dergisi'nde basılan bir tablonuzdan dolayı yargılandınız. 1969’da Adana’da sergilediğiniz resimler saldırıya uğradı. Bütün bunlar, resmin içindeki insan portrelerinin dillenip onlara neyi ihbar ettiğini gösteriyordu?
 
İBRAHİM BALABAN- Hala daha bir yanımızda ilkellik var. Mağara devrindeki insanlar bile, Fransa da bulunmuş 30000 yıl önce öküzlerin resmi. Demek ki öküz, çok kudretli, önemli bir şey. Bunun farkında değillerse onlar daha ilkel. Emekleme durumundalar onlar. Ben onların suratlarını yaptığım halde, güzelleştirdiğim halde, güzele hücum ederler. Şimdi birisi aşık olur kıza. Eğer onu elde edemezse öldürmeye kalkar. Güzele karşı hep saldırırlar. Ben Şeh Bedrettin’in resimlerini yapmıştım, Nesibinin, Hz. Ali’nin resimlerini yapmıştım. Niye bunlara saldırıyorlar. O erenler, evliyalar olmasaydı, Osmanlı imparatorluğu ayakta durabilir miydi? 621 yıl. Be hayvanlar, siz kalkıp da bunlar kominist işi deyip, bu tablolara saldırdınız.

HÜLYA OKUR- “Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim.” Diyen Nazım Hikmet’e göre değil, İbrahim Balabana göre vatan hainliğini anlatmanızı istiyorum.
 

İBRAHİM BALABAN-Kafalarına bir şey koymuşlarsa, onu öcü zannederle. Çünkü kafaları onların isli kafadır. İslâmi kafa daima islidir. Kendinden olmayı katleder. İlk kurulduğundan beri aynen devam ediyor. Kendinden olmayanı katledeceksin. Malı helaldir, katli vaciptir diyor. Kanını da için bari. Aynı devam ediyor. Almıyorlar mı kendinden olmayanları malları, katletmiyorlar mı? İşte bu devam ediyor. İsli kafalar. Halbuki bilmezler, koministliğin ne kadar güzel bir şey olduğunu, paylaşmanın ne kadar kutsal bir şey olduğunu! Paylaşalım derle, hayır paylaşmazlar. Kömür vermek, tarhana, bulgur vermek. Peki ala, bir daha ki seneye nerden alacaklar kömürü, bir dahaki seneye seçim yok. 4 sene nasıl bekleyecekler bu kömür alanlar? Kömürleri verenlerde, kömürleri alanlarda , benim bu yaptığım şeylere koministlik derler, beni de kominist olarak görürler. Çok şükür, eğer onlar böyle bakıyorlarsa ben evet koministim, isterse bana vatan haini desinler, demesinler umurumda değil. Çünkü bu yaptığım şeylere de tapıyorlar ama! O kömürü verenlerde alanlarda bu resimlerden anlamaz ama alanlar var be ya! Hem de çuvala para vererek alan var! Bir tabloma Metin Akpınar 35 bin dolar verdi. Demek ki büyük adamlar var böyle. Nebil Özgentürk, 2 tane benden resim aldı niye aldı acaba? Aklı yarım olduğu için mi? Metin Akpınar’ın çok parası olduğu için mi? Ha benim ne yaptığımı biliyorlar.  50 yıldan beri benim resimlerime avuçla para verip alanlar var.

 

Yalnız birileri sergime gelip de alamıyor? Kim gelip de alamıyor biliyor musun? Deniz Baykal. Sen resim alamazsın dedim. Bundan 10 veya 15 sene evvel Ankara’da sergim var. Resmin fiyatı 1000 lira diyelim. Ben 500 lira verebilirim dedi. Bu resimleri ben yaptım, fiyatını ben korum, sen benim resimlerime fiyat biçemezsin, sen resim alamazsın dedim hadi….

 

Ben icabında Deniz Baykal da olsa sepetlerim adamı. Ama benim bağrıma bastığım insanlar var.


HÜLYA OKUR- Var mı hocam, özel talep üzerine resminizi alan liderler, siyasiler?



İBRAHİM BALABAN- Olmaz olur mu? Erdal İnönü benden resim aldı. Dördüncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel benim sergime geldi. Bu büyük iş. Benim sergime gelen bir Cumhurbaşkanı. Birazda ayaklarını sürükleyerek geliyordu, tabi felç geçirmiş.Ona rağmen beni 2 saat dinledi. 2 saat dinleyebilen bir Cumhurbaşkanını gördüm ben. Bir Cumhurbaşkanı daha gördüm ben. Verdiysem ben verdim diye. Karşıdan gördüm. Dündür, bugün bugündür diyen Cumhurbaşkanlarını karşıdan gördüm. Nasibini almamış, ne sergi, ne şiir, ne tiyatro görmeyen bir Cumhurbaşkanı. Ama bir Cumhurbaşkanı daha gördüm ben. İlk seçildiği zaman birer birer seçkin adamları çağırdılar. 7 sene evvel. Beni de çağırdılar. Hatta benim adresimi bulamamışlarda özel çağırdılar. 1200 kişinin içinde Ahmet Necdet Sezer’in elini tuttum bırakmadım. Sizi öpebilir miyim Cumhurbaşkanım? dedim. “Hay hay” dedi. Ondan sonra ben ayaktayım o da ayakta. Ne Mutlu bize senin gibi  bir Cumhurbaşkanı geldi” dedim. Ne dedi biliyor musun? Siz dedi, ressam Balabansınız değil mi? Dedi. “Bana da ne mutlu Balaban!” Dedi.



Seçimden bir hafta önce Zeki Sezer de çağırdı. 50 kişi çağırdı, ya

 
HÜLYA OKUR- MEB Fransız ressam Eugene Delacroix’ın ünlü fransız ihtilalini resmettiği tablosunu müstehcen bulduğu için ilköğretim kitaplarında önce sansürlemiş daha sonrada ders kitaplarından çıkarmıştı...Ressamın gözüyle henüz resme düşmeyen, seçim sonrası iktidarı nasıl anlatırsınız?

İBRAHİM BALABAN- İktidarlar karıştırırda karıştırlar. Bunlar usulleriymiş. Taksim Sanat Galerisinde ben sergi açayım dedim. 80 yılları falan herhalde. Olur dediler ama 2-3 tane tablonu getir biz bakalım dediler. Götürdüm ben. Ne cevap geldi biliyor musun? “Senin tabloların tasvip edilmemiştir sergilenmeye” diye.. Ama geçen yıl benim müzeden (Ankara müzesinde benim iki tane tablom var. Mehmet Özel diye güzel sanatlar genel müdürü var. O Balabana hayrandır. Ben den parasını veriler, aldılar,koydular.) parasıyla istediler. Yok. Orası rutubetli dedim vermedim. Orada almışlar bu sene 6.sınıf edebiyat kitabına benim tablomu koymuşlar. Irakta harp oluyor, benim tablo Irakta çıkıyor, taka taka vurmamışlar ama. Tutmuşlar getirmişler. Bu çok kıymetlidir demişler. Benim tabloyu kurtaracağınıza insanları kurtarın ama demek ki  kıymetini biliyorlar benim resimlerin. Çünkü benim resimler, ölüme karşı. Bundan 10 sene evvel, daha köydeyken, İspanya’dan, İngiltere’den, Fransa’dan geliyorlar. Azerbaycan’a Bakü’ye çağırıyorlar. Geçen sene heykel yapan son sınıf  öğrencilerine sınıf geçirmek için beni de çağırdılar. Beni oraya kolay kolay götüremediler oraya. Araya adamlar koydular. 3 tane delikanlının geçişine bende imza koydum. Beni 3 günlüğüne profesör yaptılar, buraya gelince profesör donumu çıkarıp attım. Bütün dünya benim kitaplarımı basıyorlar. Çağırıyorlar. Zaman zaman vaktim olursa gidiyorum.
[/color]

alıntıdır...

[eklenti yönetici tarafından silindi]

Çevrimdışı Fîģũ®âtĩƒ

  • :)
  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 5.203
  • Karizma Puanı: 1637
**İBRAHİM BALABAN Ropörtajı**
« Yanıtla #1 : 07 Mart 2008, 19:38:23 »
teşekkurler canım paylaşım için   110b

Çevrimdışı B૯ηбüL

  • Yönetim K.Ü
  • Uzman
  • *
  • İleti: 4.432
  • Karizma Puanı: 1631
    • seyfullah sünbül
**İBRAHİM BALABAN Ropörtajı**
« Yanıtla #2 : 07 Mart 2008, 20:40:09 »
Ben teşekkür ederim Halecimm  820a 590a

Çevrimdışı Fîģũ®âtĩƒ

  • :)
  • Yönetim K.Ü
  • Sanat Kurdu
  • *
  • İleti: 5.203
  • Karizma Puanı: 1637
Ynt: **İBRAHİM BALABAN Ropörtajı**
« Yanıtla #3 : 08 Mart 2008, 17:32:45 »
+1 borcumu odemeye geldım yıne   110b