Gönderen Konu: KEÇECİLİK SANATI  (Okunma sayısı 24773 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
KEÇECİLİK SANATI
« : 03 Ağustos 2010, 15:40:46 »












Keçecilik Sanatı
Orta Asya´dan Günümüze Tepme Keçeler
11. yüzyıl ortalarından itibaren Anadolu´ya geçmeye başlayan Türk boyları, 1071´de Alparslan´ın Malazgirt´te Bizans ordularını yenmesinden sonra, kısa sürede Anadolu´ya egemen olmuşlardır.

Anadolu Selçuklu kültür ve sanatı Şamanizm, Maniheizm ve Budizm gibi inanç sistemlerinden İslam dinine geçişi gösteren ve maddi niteliklerden manevi niteliklere doğru değişen özelliklere sahip olması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.

Yazılı kaynaklarda Türk boylarının; Anadolu´ya geçişlerinde, o zamana kadar geliştirdikleri halı, kilim, keçe vb. el sanatlarını da birlikte getirdikleri belirtilmektedir. Ancak Boğazköy (Hattuşaş) yakınında ki Yazılıkaya´da bulunan kabartmaların başlarında görülen sivri külahların mühür ve diğer tasvirlerde karşılaşılan başlıkların keçeden yapıldığı tahmin edilmektedir. Bunun yanı sıra M.Ö. 9. Yüzyılda yazılmış olan Homeros´un ünlü İliada destanında keçe sözcüğünün geçmesi, Anadolu da keçenin erken dönemlerinde bilindiği olasılığını kuvvetlendirilmektedir. Anadolu da Tepme keçecilik sanatının tarihsel gelişimi konusunda yapılacak bilimsel araştırmalar; gelecekte bu olasılıkları şüphesiz daha açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bu nedenle konu gereği burada Anadolu Selçuklu Dönemi tepme keçe sanatının ele alındığını, Anadolu´da yaşamış olan diğer medeniyetlerde bu sanatın gelişimi, ileride yapılacak bilimsel çalışmalarla incelenebileceğini belirtmekte yarar vardır.

Selçuklular döneminde Anadolu da yerleşik ve göçebe yaşama devam edilmiştir. Bu nedenle çadırlar; gerek göçebe yaşamını sürdüren Selçuklu Türklerinin, gerekse ordunun ihtiyaç duyduğu barınma ihtiyacını karşılamaya devam etmiş böylece Türk kültürü içerisindeki yerini ve önemini korunmuştur.
Buna rağmen Selçuklular dönemine ilişkin yazılı kaynaklar incelendiğinde; keçe çadırlara ait fazla bilginin bulunmadığı anlaşılmıştır. Ancak çadır sözcüğüne değinene Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lugat-it Türk isimli eserinde, ev edinmenin güç olduğu kadar çadır edinmenin de çok kolay olmadığını belirtmiş, çadır ve göç örtülerinin keçeden yapıldığını ve örtülerin sırındığını yani sık dikişle dikildiğini açıklamıştır. Kaşgarlı Mahmud söz konusu eserinde ayrıca bu keçe örtülerin güveden korunmaları için silkelendiklerinden de söz etmiştir.
Selçuklular, kullandıkları çadırları süslemeyi de ihmal etmemişlerdir. 13. Yüzyıl Minyatürlerinden, Varka ve Gülşah´ta, bu süslü çadıra yer verilmiştir.
Yine Varka ve Gülşah minyatürleri arasında bulunan bir at figürü, Hun Sanatını anımsatan örneklerden birisidir. Diz çökmüş ve başına yem torbası takılmış olan bu atın üzerindeki eyer örtüsü (çul veya terlik), hayvan figürleri ve rumilerle bezenmiştir. Hunlar döneminde de, at sırtında kullanılmak üzere, keçeden veya kalın dokumalardan yapılan bu eyer örtüleri, Selçuklular döneminde de önemini yitirmemiştir.
Selçuklular: keçeden yapılmış çadır ve eyer örtüsü geleneği sürdükleri gibi, giyim ve kuşamlarında da tepme keçe tekniği ile elde ettikleri ürünleri kullanmayı ihmal etmemişlerdir. Selçuklu Türklerinde görülen giyim eşyalarının İslam öncesi Türk giyim kuşamının hemen hemen devamı olduğu söylenebilir. Bu döneme ait giyim kuşam tarzı, günümüzde çok az farkla Türkmen kadınlarınca sürdürülmektedir.
Selçuklular, kumaş üretiminde, öncelikle ipek; daha sonra pamuk ve deve yünü kullanmışlardır. Bu dönemde üretilen kumaşlardan koyun yünü çok az kullanılmıştır. Çünkü, yünden elde edilen elbiseler genellikle köleler tarafından giyilmiştir. Kölenin, yün elbise sahibi olmasının önemli bir olay olduğu, Kaşgarlı Mahmud´un eserinde özel olarak belirtilmiştir.
Yünün; giysilik kumaş üretiminde çok az kullanılmasının bir başka nedeni bu materyalin öncelikle tepme keçe yapımında değerlendirilmesinden kaynaklanmıştır. Çünkü elde edilen keçe; çadırdan çizmeye, kuşağa, börke kadar bir çok çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Keçe dışında yün; derisiyle birlikte kürk yapımında da değerlendirilmiştir.
Orta Asya Türk boylarınca kullanılan ve bir çeşit baş giysisi olan “börk” Selçuklu Türklerinin giyim eşyaları arasında önemini korunmuştur. Kaşgarlı Mahmud; Divan-ı Lugat-it Türk isimli eserinde; börk konusunda oldukça geniş bilgilere yer vermiştir. Kaşgarlı, bu eserinde börk üretimi için gerekli olan kalıbın kağıttan veya çamurdan yapıldığını; kalıba göre kesilen keçe ve ipek örtülerden börk elde edildiğini; imece usulü ile yapılan börk dikişinin bir ihtisas alanı olduğunu anlatmıştır.
Yine bu dönemde börk ve börkçülük giyim eşyalarının bir parçasını oluştururken atasözlerine de girmiştir. Türk atasözleri arasında “Kelin geleceği yer börkçü dükkanıdır” ve “Acemsiz Türk börksüz baş olmaz” gibi sözlere yer verilmesi bu konunun önemini vurgulamaktadır.
Selçuklu Türklerinde; başa giyilen “börk”e verilen önem, çizmelerde de eski yerini korumuştur. Hunların kullanıldığı keçe çorap ve çizmeler, Göktürkler ve Uygurlar döneminde devam etmiş ve Selçuklu döneminde başta hükümdar olmak üzere halkında geleneksel giyim eşyaları arasında yer almıştır. Köymen (1983)´in “Alparslan ve Zamanı” isimli eserinde belirttiği “Tuğrul Bey, 1038 yılında Nişapur´a girdiği zaman, sırtındaki ipek kaftanı ile ayağındaki keçe çizmeler dikkati çekmişti” cümlesi yukarıdaki bilgileri tamamlamaktadır.
Diğer yandan bu dönemde en iyi keçe çizmenin Türkmen keçesinden elde edildiğine değinen Kaşgarlı Mahmud aynı zamanda “O bana çizme yapılan Türkmen keçesi tepmekte yardım etti” cümlesi yer vermiş ve böylece keçe çizmenin birkaç kişi tarafından yapıldığına ilişkin açıklamalarda bulunmuştur.
Kaşgarlı´nın Divanında söz ettiği bu cümleler dışında, Selçuklar döneminde keçe çizme giyme geleneğinin devam ettiğini kanıtlayan örnekler de bulunmaktadır. 13. yüzyıl minyatürlerinden olan ve Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan Varka ve Gülşah minyatürleri arasında Varka´nın ayağında keçe çizme ile at üzerinde savaştığı ve Varka´nın Gülşah´a veda ettiği örneklerde aynı çizimlerle tasvirlerine rastlanması bu bilgileri tamamlamaktadır.
Selçuklu Türkleri, tepme keçeden yapılmış olan ve genellikle çobanlar tarafından giyilen kepenekleri kullanmışlardır. Gerektiğinde, başı yağmurdan ve tipiden korumak üzere, kepeneklerin arkasına külah (kapşon) şeklinde yine keçeden yapılmış bir çeşit başlık ilave etmişlerdir. Kepenekler, özellikle çobanları simgeleyen bir giysi özelliği taşımış ve “kepeneği olan kimse ıslanmaz, gemli at hoşarılanmaz” cümlesi ile Selçuklu döneminin atasözlerine arasına da girmiştir.
Anadolu Selçukluları döneminde önemli keçe merkezlerinden birisi Konya olmuştur. Nitekim Konya´da, Selçuklulara ait olan ve 1283 yılında tamamlanan, Sahipata Külliyesi´nde “keçecilik” adı verilen, keçelerin pişirilmesinde kullanılan özel bir bölümün bulunması bu sanatın, Konya´da yoğun şekilde yapıldığını belgelemektedir.
Diğer yandan Mevlana´nın Horasan´ın Belh şehrinden ailesiyle birlikte Anadolu´ya göçmesi ve Konya´da yerleşmesi Anadolu Selçuklu Devletinin en parlak yılları olan 13. Yüzyıla (1228) rastlar.
Bu dönemde Mevlana´nın kurduğu Mevlevi teşkilatına üye kişiler, başlarına “sikke” adı verilen ve tepme keçeden özel olarak yapılmış keçe külahlar giymişlerdir. 16. yüzyıl sonlarına ait bir minyatürde mevleviler; örgütün simgesi durumunda olan bu keçe külahları ile tasvir edilmiştir.
Yine 17. yüzyıla ait halk resimleri arasında yer alan ve British Museum´da bulunan albümde; ayaklarını mühürlemiş, sema eden bir mevlevi, başına giydiği tepme keçe sikke ile tasvir edilmiştir.
Mevlevilerin giydikleri bu sikkeler; önce yalın kat keçeden yapılmış, daha sonra da iç içe iki kattan elde edilmişlerdir. Koyu veya açık kahverengi, deve yünü veya doğal beyaz renkte tiftik kullanılan bu tepme keçe sikkeler o dönemde külahçı dükkanlarında satılmıştır. Üretim yerleri ise genellikle Konya olmuştur.
Mevleviliğin bir sembolü olarak kabul edilen tepme keçe sikkelerin önemini, Konya Müzesi´nde bulunan bir sülüs yazısında bulunan şu beyit açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu Cihanda eğer altın ola namın
Gir sikkesi altına Hazreti Mevlananın
Tepme keçe sanatı mevlevilerin sikkeleri dışında “Elifi Nemed” adı verilen kemerlerinde de (kuşaklarında) kullanılmıştır. 8-10 cm genişliğinde, 150 cm uzunluğunda, tepme keçeden oluşturulan bu kuşakların üzeri parlak bir kumaşla kaplanmıştır.
Diğer yandan, “13. Yüzyılın başlarında (yaklaşık 1206 yılında) Anadolu´ya gelen Ahi Evran; “Ahilik” adı verilen teşkilatı kurmuştur”. “Anadolu´da esnaf ve sanatkarları bir araya getiren bu kuruluş içinde keçecilik sanatına da yer verilmiştir. Ahilerin, beyaz yünden elde edilmiş keçe külah giyinmeleri” ise bu sanata verdikleri önemin bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
——————————————————————-
Afyonda Keçecilik
Afyon’da bir çatıdan sarkan “kepenekleri” görünce Mustaf Sütlaş, bu sanatın izini sürüyor, “keçecilerin” sayısının giderek azalmakta olduğu gerçeğini hatırlıyor; “bir değerin yitip gittiğini görmek acı veriyor” insana diyor.
 
“ ‘Çobanın sırtındaki kepeneğin ne değeri olabilir ki’ dedi; çalan son model cep telefonunu kulağına götürürken. Anlatamayacağımı fark ettim ve sustum!..”
Doğu Anadolu’ya çocukluk yıllarımdan yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez gittiğimde, koyun sürülerinin ardından gezen sırtları kepenekli, elleri uzun çomaklı çobanları ilk görmüş; hemen aklıma Erzurum’un “Gezköy”ündeki bize süt getiren tren istasyonu bekçisinin oğlu “Faruk” ve onun sözleri gelmişti.
“Bu üşütmez ki!”
Hava çok soğuktu ve sırtımdaki paltonun içinde üşüyordum. Onun sırtında ise “keçeden kepeneği” vardı. “Bu üşütmez ki!” demişti, omzunu şöyle bir yukarı kaldırarak. Çocuk aklımla şaşırmış, ona inanmamıştım.
Yine yıllar sonra bu kez Afyon’un eski çarşısının ara sokaklarında dolaşırken, yeni onarılmış ve yeni boyanmış bir eski evin çatısından aşağı sarkan “kepenekleri” görünce yine aklıma Faruk, kepeneği ve söyledikleri geldi: “Bu üşütmez ki!”
Afyon gibi “kara” ikliminin hakim olduğu bu kentte yavaş yavaş kışa dönen mevsimin soğuğu üşütmüştü de, o nedenle mi bu söz aklıma gelmişti; yoksa orada öyle asılı duran ve rüzgarla sallanan o kepeneklerin içlerinde sanki birilerinin olduğunu mu düşünmem mi üşümeme yol açmıştı bilmiyorum. Ama şiddetle “ürperdiğimi” anımsıyorum. Hatta şu anda bile; yani o kare gözümün önüne gelince. Tam o sırada çantamdan fotoğraf makinemi çıkarmış ve burada gördüğünüz kareleri çekmiş olmalıyım.
Arkamdan bir ses “onların yapıldığı dükkanlar az ileride” dedi. Onun işaret ettiği yöne doğru yürüdüm. Fotoğrafını çektiğim evin çaprazında karşı taraftaydı keçelerin yapıldığı dükkan. O onarılmamıştı. Çarpık, boyaları dökülmüş tahta bir kapısı vardı, bu eski taş dükkanın. Kirli camlarından içerisi görünmüyordu. Kapıyı itip içeri girdim.
Biri daha yaşlıca iki erkek yerde oturuyordu. Genç olanın önünde bir sergi, elinde de yünler vardı.
Merhabalaştıktan sonra “hâlâ satabiliyor musunuz yaptığınız bu kepenekleri” dedim. Bir yandan işini sürdürürken “Allah razı olsun, idare ediyor, nafakamızı çıkarıyoruz” dedi daha keçelerle uğraşan. Utandım söylediklerinden. Bir keçenin nasıl yapıldığını, nasıl emek isteyen bir iş olduğunu biliyordum. “Çoğunu turistler alıyor” dedi yaşlıca olan.
Ardından ekledi: “Arada da sahiden çobanlık yapanlar da çıkıyor. Ama onlar da daha çok hava olsun diye alırlar.”
Birkaç kare fotoğraf da içeride çektim izin isteyip. Soğuk havaya karşın ter içinde çalışanın fotoğrafını çekmeye yüzüm tutmadı. En azından bir keçe kepenek de ben alsaydım o zaman onun resmini çekmeye hakkım olurdu diye düşündüm.
Alamadım! Ne yapayım, kişisel bütçemde bu iş ayrılmış bir “fasıl” yoktu.
Bu tükenişte hepimizin payı var…
Sonradan araştırdığımda, buradaki keçecilerin sayılarının bir elin parmaklarından daha az olduğunu öğrendim. Cesaret edip o zaman soramamıştım; “kaç kişi kaldıklarını”; alacağım yanıttan korktuğum için. Modern yaşamın ve değişen değerlerin neden olduğu bu “tükeniş”te herkes gibi benim de payım olduğunu düşündüm. Ben de bu dönemde yaşıyor; onlar için bir şey yapmıyordum.
Onları orada öyle boyunları koparılmış cesetler gibi sallanırken görmesem belki benim de aklıma gelmeyecekti; keçecilik, ondan yapılan kepenekler…
Özel olarak ilgilenmekten vazgeçtim, belki farkına bile varmayacaktım. Tıpkı Sandıklı’da varmadığım gibi. Oysa Keçecilik işinde adı sayılan yerlerden birisi de orasıymış. Bunları yazarken tiyatro yaptığım sıralarda, bir oyundan aklımdan kalan “Açlık çok kötü bir şey be ağabey” repliği aklıma geldi ilkin. Sonra da sevgili Mahmut Ortakaya’nın “İşini yitiren aç kalır. Aç olan da önce onurunu yitirir” sözleri. Sonra ülkenin, insanın, dünyanın bugünkü hali.
Tanesi 90-100 YTL’ye satılan bu kepeneklerden günde ancak, o da belki bir tane satan bir usta, yanındaki çırağı, ikisinin eline bakan üç-beş kişinin boğazı, el sanatlarının yaşamasına ne kadar yetiyordu ki acaba?
Yazıyı yazarken internette bir tarama yaptım. Keçecilik ve keçecilere dair. Afyon’da 19. yüzyıl sonlarında, yaklaşık 150 keçeci dükkanı varmış. 1920’li yıllarda 50 keçeci esnafı olduğunu, 1933 yılında ise esnaf cemiyetine 12 keçecinin kaydının bulunduğunu, 1966’da 20-25, 1982’de ise 24 keçeci dükkanının çalıştığını öğrendim.
Şimdi daha çok turistlere satış yapan üç, dört dükkanda çalışan keçecilerin on yıla varmadan tümüyle ortadan kalkacağını söylemek her halde kehanet sayılmamalı. Sonra yünün keçe haline gelmesi için yapılanları bir daha düşündüm. Bilmediğim yanlarını bu konuyla ilgili siteleri dolaşarak öğrendim.
Bu keçeleri eski ustaların, ya da onların çıraklarının yapmalarını beklemek; üstelik teknolojinin olanaklarıyla bu iş çok daha kolay, çok daha az emekle üretilmesi mümkünken gerçekten doğru mudur diye düşündüm uzun uzun. Makinede üretilenin fiyatıyla, elde üretilenin rekabet etmesini istemek büyük bir haksızlık değil midir? Emeğin en yüce değer olduğunu söyleyenler acaba bu konuda ne diyorlar, ne yapıyorlar; onları düşündüm. Bu durumun farkına varmak insanın içini acıtıyor açıkçası.
Ama bir değerin yitip gittiğini, kaybolduğunu görmek de bir o kadar acı veriyor insana!
Kırk katır mı kırk satır mı? Seç beğen birisini. Seçemiyorum.
Yıllar önce Buldan’da bir eski evin girişinde kurduğu “yer tornasında” ağaçtan havan, beşik ve çeşitli oyuncaklar yapan 80 yaşındaki ihtiyar bir tahta ustasının söylediği “Bu işi yapan kimse kalmadı evlat, ben ölünce bu sanat ölecek” sözleri ve onları söylerken gözünden dökülen gözyaşları da aklıma geldi, bunları yazarken. O ihtiyarı düşündüm bir de. Sanatını eğer kimseye öğretmeden öldüyse mutlaka gözleri açık gitmiştir.
Tıpkı son Ubıh’ın konuşacağı kimsenin kalmaması nedeniyle 15 yıl hiç konuşmadan yaşaması ve sonunda onun ölümüyle birlikte bir “soy”un, bir “dil”in, bir “söz”ün, bir “kültür”ün ortadan kalkması gibi…
Neredeyse parmakla sayılacak kadar azalan “el sanatları”nın en azından bir toplumsal bellek olarak muhafaza edilmesi, günümüzde çok mu zor ya da olanaksız sizce.
Yiten her şeyde hepimizin payı var bence. Eğer yiten şeyler birilerine bir şeylere zarar veriyorlarsa “yitsinler”. Ama onların yitmesinden bugün ya da yarın biz zarar göreceksek o zaman hepimiz onların yitmemesi, bir değer olarak varlıklarını sürdürmeleri için hep birlikte bir şeyler yapmalıyız. 1940’lar Almanya’sında anlatılan öyküdeki gibi söyleyeyim “günün birinde yitme sırası bize geldiğinde bunun farkında olacak kimse kalmayacak!…”
O zaman “o güzel insanlar o güzel atlara bindiler gittiler” diyecek kimse de olmayacak…
ALINTI :  http://www.kaybolansanatlar.com/?cat=45

Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #1 : 03 Ağustos 2010, 15:42:02 »




Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #2 : 03 Ağustos 2010, 15:42:58 »




Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #3 : 03 Ağustos 2010, 15:44:04 »




Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #4 : 03 Ağustos 2010, 15:45:20 »



Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #5 : 03 Ağustos 2010, 15:46:43 »




Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #6 : 03 Ağustos 2010, 15:47:42 »




Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #7 : 03 Ağustos 2010, 15:50:16 »




Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #8 : 03 Ağustos 2010, 15:51:48 »




Çevrimdışı yoldaş

  • Yönetim K.Ü
  • Üstad
  • *
  • İleti: 14.457
  • Karizma Puanı: 4092
  • görsel tasarım uzmanı
Ynt: KEÇECİLİK SANATI
« Yanıtla #9 : 03 Ağustos 2010, 15:53:01 »