GÖRSEL SANATLAR DİSİPLİNLERİ > Müze Bilinci

İstanbul Tüm Tarihi Yapıları

(1/5) > >>

Restorasyon:
İSTANBUL CAMİİ VE MESCİTLERİ
Sultanahmet CamiiSultanahmet Meydanı’nda, Ayasofya Camisi’nin karşısında yer alan Sultanahmet Camisi, Sultan I.Ahmet tarafından mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır. Caminin yapımına 1609 yılında büyük bir törenle başlamış, 1617 yılında cami, 1619 yılında ise külliyenin diğer bölümleri tamamlanabilmiştir.
İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biri olan külliye, cami, medrese, hünkâr kasrı, arasta, dükkanlar, hamam, çeşme, sebil, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethaneden meydana gelmekteydi. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
İçindeki 21043 adet çini kullanılmıştır. Bu çinilerin çeşitliliği ve aynı zamanda sayılarının çokluğu piyasadaki mevcutlardan toplanmasından kaynaklanmaktadır.Beyaz zemin üzerine çeşitli renklerle meydana getirilen panolardaki selviler, laleler, sümbüller, nar çiçekleri, üzüm salkımları ve rûmi motifleri burada Türk çini sanatının en güzel örneklerini bir araya getirmiştir.
Bu konu üzerinde inceleme yapan Tahsin Öz, elliden fazla çiçek deseninin bulunduğunu ve benzerine rastlanmayan bu durumun süsleme sanatı yönünden bir hazine olduğunu söylemiştir. Bu çinilerin renginden ve vitraylardan içeriye sızan ışık karışımından ötürü Sultanahmet Camisi yabancılar tarafından “Mavi Cami” olarak isimlendirilmiştir. Cami, külliyenin merkezinde yer almaktadır. Cami, geniş bir avlu ve ona eş büyüklükte bir iç mekândan oluşur. Zeminden yükseltilmiş avluya basamaklarla ulaşılır. Avluda üzeri kubbeyle örtülü, fıskiyeli bir havuz yer almaktadır. Sultanahmet Camisi’nin bir diğer özelliği de minareleridir. İstanbul’daki tek altı minareli camidir. Altı minareli oluşu, Sultan I.Ahmet’in İstanbul’un fethinden sonra altıncı padişah oluşunu simgeler. Bu minarelerden dördü cami gövdesine bitişik ve üç şerefelidir. Diğer iki minaresi ise avlunun köşelerinde olup, iki şerefelidir. Bütün minarelerinde bulunan şerefe sayısı toplam 16 olup, Sultan I.Ahmet’in on altıncı Osmanlı padişahı olduğunu simgelemektedir.
Caminin ibadet mekânını örten kubbesi yaklaşık 34 m. çapında ve yerden 43 metre yükseklikte olup, 5 metre çapında dört fil ayağının üzerine oturmaktadır. Bu büyük kubbeyi destekleyen dört tane yarım kubbe vardır. Camiyi yerden kubbeye kadar 5 kat halinde ve renkli vitraylı 260 pencere aydınlatmaktadır. Çinilerin yanı sıra, yapıldığı dönemin diğer mimari öğeleri de burada bir arada kullanılmıştır. Sedef kakmalı mermer minber, işlemeli mermer mihrap, kalem işi süslemeler, sedef, bağa kakmalı ahşap kapılar, dolap, pencere kapakları ve rahleler, kubbeye asılan devekuşu yumurtaları ve avizeler, caminin iç mekânını süsleyen Osmanlı sanatı örnekleridir.
Külliyenin bir diğer yapısı Hünkar Kasrı’dır. Padişahın namaz öncesi veya sonrasında istirahat edebileceği bir yapı olarak tasarlanan bu bina bir cami etrafına yapılan ilk sultan kasrıdır. Külliyenin dış avlusunda yer alan Hünkâr Kasrı 1960’lı yıllarda yanmış ve yenilenmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü burada Halım ve Kilim Müzesini açmış, ancak eserlerin rutubetten etkilenmesi üzerine müze kapatılmıştır.
Külliyenin kuzeydoğu köşesinde türbe yer almaktadır. Bu türbe de Sultan I.Ahmed, eşi Kösem Sultan, oğulları Sultan II.Osman ve Sultan IV.Murad ile bazı torunları gömülüdür. Günümüzde bu yapı topluluğu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türbeler Müzesi Müdürlüğü’dür. Türbenin yakınında ise medrese yer alır. Bu medrese günümüzde Başbakanlık arşiv deposu olarak kullanılmaktadır.
Dış avlu duvarına bitişik olarak da sıbyan mektebi yer alır. Bu mektebin zemin katında bir çeşme ve dükkanlar, üst katında ise dershane vardır. Külliyenin kıble yönündeki en uç yapısı arastadır. 1912 yangınında bir kısmı yok olan arastanın bir bölümü Mozaik Müzesi olarak düzenlenmiş, 1986 yılından sonra arastanın bu bölümünde demir konstrüksiyonlu Büyüksaray Müzesi açılmış, arastanın diğer dükkânları halı ve turistik eşya satan bir çarşıya dönüştürülmüştür.
Sokollu Mehmet Paşa Yokuşu üzerinde bulunan darüşşifa ve imaret in bir bölümü Marmara Üniversitesi ve Sultanahmet teknik Lisesi tarafından kullanılmaktadır. XIX.yüzyılın sonlarında yapılan bu yapılar darüşşifa ve imareti orijinal görünümünden oldukça uzaklaştırmıştır. Yapı topluluğunun dört sebilinden üçü günümüze ulaşmıştır. Bunlardan biri arastanın içinden, diğeri dış avlu kapısı yanında, üçüncüsü ise türbe civarındadır.

Süleymaniye Camii (Eminönü)
Süleymaniye Cami Külliyesi İstanbul’un üçüncü tepesinde, tepenin Haliç’e bakan yamacında, Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan’ın kalfalık döneminde külliye olarak yapılmıştır. Yaklaşık 6000 m2’lik bir avlu içerisindeki caminin çevresinde yedi medrese, sıbyan mektebi, imarethane, tabhane, darüşşifa, bimarhane, hamam, çarşılar darülhadis ve türbelerden meydana gelmiştir. Külliye bugünkü Kantarcılar Mahallesine bakan tepe üzerinde 13 Haziran 1550’de temelleri atılmış ve ilk temel taşı devrin büyük alimi Şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından konulmuştur. Yapı topluluğu yedi yıllık bir sürede tamamlanmış, 7 Haziran 1557’de törenle açılmıştır. Kaynaklara göre 59 milyon akçe yapımı için sarf edilmiştir.

Süleymaniye Camisi, Osmanlı Devleti’nin en görkemli günlerini yaşadığı çağda yapılmış bir eserdir. İstanbul panoramasının en önemli öğelerinden biri olan yapı topluluğu yalnızca bir ibadethane değil, etrafındaki külliye ve çevresindeki mahalleyle birlikte, çağının en önemli sosyal ve kültürel bir merkezi idi. Burada Mimar Sinan’ın sanatı, dehası, Osmanlı’nın büyüklüğü ve gücü simgelenmiştir.

İstanbul’da başka herhangi bir camide rastlayamayacağımız yapı topluluğunun avlusuna mermer üç katlı muhteşem bir kapıdan girilir. Avluda fıskiyeli bir havuz yer alır. Yine diğer camilerden farklı olarak, caminin dört minaresi de avlunun köşelerine yerleştirilmiştir. Dört minâre, Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’un fethinden sonraki Osmanlı İmparatorluğunun dördüncü hükümdarı olduğunu gösterir. Minârelerin şerefelerinin toplam sayısı da Kanunî Sultan Süleyman’ın Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Sultan Osman Gazi’den sonra onuncu padişah olduğunu belirtir. Cami ön kısmının iki yanındaki minarelerde ikişer ve avlunun sonunda iki minarede de üçer şerefe olup dört minarede toplam on şerefe vardır ve alt kısımlarında sarkaç süslemeleri bulunmaktadır. Minarelerin birbirleriyle ve kubbeyle olan orantıları, görünüm ve estetik açıdan mimarinin en güzel örneklerinden biridir.

Caminin ibadet yerinin üzeri iki yarım kubbe, iki çeyrek kubbe ve on üç küçük kubbenin desteklediği merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Bu kubbe dört büyük payeye; kubbe kemerleri ise dört büyük granit sütuna dayanmaktadır. Kubbe 53 metre yüksekliğinde, 27.25 m. Çapında olup, kasnağındaki 32 pencere ile aydınlatılmıştır. Ayrıca içerideki yankıyı kuvvetlendirmek için kubbenin içerisine ve köşelere, ağzı iç tarafa açık gelecek şekilde 64 küp yerleştirilmiştir. Böylece mükemmel bir akustik meydana getirilmiştir. Camii içerisinde mükemmel bir hava dolaşım sistemi oluşturulmuş, giriş kapısı üzerindeki boşlukta aydınlatma için kullanılan 4000 mumun isi toplanmıştır. Bu islerden hat sanatında kullanılan mürekkep elde edilmiştir. İçerideki yazılar devrinin önde gelen hattatlarından Ahmet Karahisari ile öğrencisi Hasan Çelebi`nin eserleridir.

Yaklaşık 3500 m2’lik bir alana yayılan cami 59x58 m2’lik bir ölçüsü olup, içerisi 238 pencere ile aydınlatılmaktadır. Caminin mermer minberi, mihrabı Osmanlı oymacılık sanatının en güzel örneklerinin başında gelir. Ayrıca ahşap oyma vaiz kürsüsü, ahşap üzerine sedef bağa kakma pencere kapakları ve kapıları, pencere vitrayları caminin diğer sanat eserleridir.

Külliyenin medreseleri caminin doğu ve batı yönlerinde, dış avlu duvarlarına paralel olarak uzanır. Batı yönünde Evvel Medresesi, Sani Medresesi, Sıbyan Mektebi ve Tıp Medresesi, doğu yönünde ise Rabi Medresesi ve Salis Medresesi yer alır. Darülhadis Medresesi ise caminin kıble yönünde ve İstanbul Üniversitesi bahçe duvarında paralel olarak uzanır. Rabi Medresesi ile Darülhadis Medresesi’nin kesiştikleri yerde ise külliyenin hamamı vardır. Daha önce atölye olarak da kullanılan hamam,1980 yılında restore edilmiştir. Külliyenin tabhanesi, darüzziyafesi, imareti ve akıl hastalarının tedavi edildiği bimarhanesi kuzeybatıda, kıbleye paralel olarak yerleştirilmişlerdir. Caminin kıble yönündeki haziresinde çok sayıda mezar ile Kanuni Sultan Süleyman ve eşi Hürrem Sultan’a ait iki türbenin yanı sıra bir türbedar odası yer almaktadır. Kanuni ‘ye ait türbede, Sultan II. Ahmet, eşi Rabia Sultan, kızı Mihrimah Sultan, Asiye Sultan, Sultan II. Süleyman ve annesi Saliha Dilaşub Sultan gömülüdür. Türbenin çevresindeki hazirede Osmanlı tarihinin birçok ünlü kişisinin mezarları bulunmaktadır. Bunların arasında; Abdülaziz`i tahttan indirenlerden Hüseyin Avni ve Kaptan-ı Derya Ali paşalar, Sadrazam Ali Paşa, II. Mustafa`nın kızı Safiye Sultan, Maarif Nazırı Kemal Paşa... Mimar Sinan’ın türbesi ise caminin dışında, şu anda İstanbul Müftülüğünün bulunduğu yerin hemen yanındadır.

Süleymaniye Camisi ile ilgili diğer bazı camilerde olduğu gibi bir takım öyküler yıllardır anlatıla gelmiştir. Bunlar birer hoş anı olarak dinlenmeli, ancak gerçek olduğuna da bilimsel yönden inanmaya olanak yoktur:

Mimar Sinan caminin temelini attıktan sonra, temelin oturması için bir yıl caminin yapımına ara vermiş, bu süre içinde de Bağdat’tan Arafat’a uzanan Ayn-ı Zübeyde denilen su yollarını tamir etmişti. Bir yıl sonra tekrar dönmüş ve inşaata başlamıştı. Maddi olanaksızlıklar nedeniyle inşaatın durduğunu sanan İran kralı Şah Tahmasp, mücevherlerle dolu bir kutuyu, içinde küçümser ifadelerin de bulunduğu bir mektupla birlikte Kanuni Sultan Süleyman’a göndermişti. Bunun üzerine Kanuni, Mimar Sinan’a dönerek: “Bu gönderdiği taşlar benim camimin taşları yanında pek kıymetsizdir. Tez bunları öteki taşlara karıştırıp bina eyle!” demiş. İran sefirinin hayret dolu bakışları arasında Mimar Sinan taşları harca karıştırdı ve bu mücevherlerden oluşan harç caminin minarelerinin birisinde kullanılmıştır. Ne var ki Cumhuriyet döneminde Süleymaniye Camisi’nin onarımı yapılırken bu minare yenilenmiş, ancak taşlar arasında her hangi bir taşa rastlanmamıştır.

Bir başka söylentiye göre; Süleymaniye Camisi yapılırken birkaç çocuk minareye bakar ve yanındakilere: “Görüyor musunuz, minare eğri” der. O sırada oradan geçen Mimar Sinan bu sözleri duyar ve çocuğun yanına yaklaşarak: “Hakkın var, minare biraz eğri. Hemen bir urgan bulup, minareyi doğrultalım” der. Urganı minareye bağlatır ve güya düzeltiyormuş gibi işçilere çektirir. Sonra çocuğa dönerek: “Düzeldi mi evlat” diye sorar. Çocuk da: “Tamam Efendim, şimdi düzeldi.” der. Olayı hayretle izleyen ve niçin böyle yaptığını soran kalfalara Mimar Sinan: “Eğer böyle yapmasaydım, minarenin eğri olduğu inancı çocuğun bilincine yerleşecek ve belki de bu çocuk ileride bir çok kimseyi minarenin eğri olduğuna inandıracaktı.” cevabını verir.

Caminin yazılarını Hattat, Karahisari ve öğrencisi Hasan Çelebi yazmıştır. Hattat Karahisari kubbeye Nur Suresindeki “Allah gökleri aydınlatmıştır” ayetini yazarken işine o kadar yoğunlaşmıştır ki son harfin son düzeltmelerini yaparken daha fazla dayanamamış ve gözlerinin feri tükenmiştir. Bu büyük insan, bu cami için canla başla çalışırken iki gözünü de camiye hediye etmiştir. Caminin kalan detay rötuşlarını öğrencisi Hasan Çelebi tamamlamıştır.

Camideki 138 parça pencereyi yapan da İbrahim Usta’dır. Özellikle renkli pencerelerden giren ışık insanı büyülemektedir. Süleymaniye Camisinin kürsüsünü yapan sanatkar ihlasla o kadar uğraşmış ki kürsünün yapımı caminin yapımından uzun sürmüştür.

Süleymaniye Camisinin yapımının uzaması, yaşı bir hayli ilerlemiş olan Kanuni’yi, caminin açılışını göremeyeceği konusunda endişelendiriyordu. Bu arada Mimar Sinan’ın padişahın yanındaki itibarını kıskanan bazı paşalar vardı. Bunlardan bazıları padişaha: “Sultanım! Kubbenin duracağı şüphelidir!” derken kimileri de Sinan’a kendi türbesini yaptırmasından ötürü şikayette bulunuyorlardı. Bu arada padişaha: “Hünkarım Sinan, camiyi bıraktı da kendisine türbe inşa etmekle meşgul, sizin işinizi ağırdan alıyor” diyerek, Sinan hakkında yalan haberler çıkarmışlardı. Bu söylentiler üstüne sabrı büsbütün tükenen Kanuni, öfkeli bir şekilde Sinan’a: “Mimarbaşı! Niçin benim camimle meşgul olmayıp mühim olmayan işlerle vakit geçirirsin? Ceddim Sultan Mehmet Han’ın mimarı sana örnek olarak yetmez mi? Bana, bu bina ne zaman biter, tez haber ver!” deyince Mimar Sinan, Sultanın bu sözü karşısında şaşırmış ama sükunetle şu cevabı vermişti: “Saadetli padişahım! Devletinde inşallah iki ayda tamam olacaktır.” Sinan’ın bu cevabı karşısında bu sefer Kanuni şaşırmış ve neredeyse Sinan hakkında söylenen dedikodulara inanacak olmuştu. Çünkü caminin daha epey vakit alacak işleri vardı ve iki ayda tamamlanması onlara göre hayalden başka bir şey değildi. Ancak bu iki aylık süre içerisinde Sinan gece gündüz çalışmış ve camiyi ibadete açılacak hâle getirmişti. 7 Haziran 1557 yılında caminin açılışı için toplanan kalabalığın önünde Sinan, caminin anahtarlarını Kanuni’ye uzatmıştı. Kanuni ise anahtarı tekrar Sinan’a uzatarak: “Bina eylediğin beytullahı, sıdk-u safa ve dua ile senin açman evladır!” dedi. Sinan ise o an Hattat Karahisari’nin fedakarlığını düşünerek tevazu içerisinde: “Hünkarım! Dilerseniz camiyi açma şerefini, hatlarıyla camiyi süslerken gözlerini feda eden Hattat Karahisari’ye bahşediniz!..” dedi. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman ve orada bulunanların gözyaşları arasında camiyi,  Hattat Karahisari açtı.

Rüstem Paşa Camii  (Eminönü)

Tahtakale’de Hasırcılar Caddesi üzerinde bulunan bu cami, Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı ve aynı zamanda Sadrazam olan Rüstem Paşa tarafından 1560 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Mimar Sinan burada sekiz dayanaklı ilk kubbe denemesini uygulamıştır.
Cami merkezi plânlı olup, alt kısmına mahzenler, depolar ve dükkanlar yapılmıştır.Caminin revaklı avlusuna iki taraftan merdivenle çıkılmaktadır. 1962 yılında dış saçaklar, 1968’de de minaresi, dış avlusu ve zemin duvarları onarım geçirmiştir.
Dikdörtgen plânlı caminin merkez kubbesi kemerlerle dört fil ayağına ve sütunlara oturtulmuştur. Köşelerdeki kemerler yarım kubbe şeklindedir. İki yanlardaki sekizgen plânlı iki fil ayağı ile mekân üç kısma ayrılmış, ortadaki merkezi alan kare, kubbe kaidesi ise sekizgen şeklindedir. Yanlarda birer uzun dikdörtgen iki yan sofa bulunmaktadır. Bu sofalar ikişer büyük kemerle üç kısma ayrılmış ve her kısım tonozlarla örtülmüş ve üzerlerine küçük kubbeler yerleştirilmiştir.
Giriş cephesi, küçük fakat çarpıcı iç mekan duvarları, devrinin en meşhur İznik çini örnekleri ile süslüdür. Çiniler geometrik, yaprak ve çiçek motifleri ile bezenmiştir.
Caminin avlusu bir tavanla örtülmüştür. Bu tavan, kenardaki sütunlar arasına yapılmış kemerlerle son cemaat yerinin kemerleri üstünü örtmektedir. Son cemaat yeri altı sütunla beş kısma ayrılmış olup, her kısmın üstü kubbelidir. Caminin sağında binaya bitişik tek şerefeli bir minaresi vardır.

Yeni Camii (Eminönü)
Eminönü Meydanında, Mısır Çarşısının yanında bulunan, Sultan III. Mehmed’in annesi ve Sultan III. Murad’ın eşi Safiye Sultan adına 1597’de Mimar Davud Ağa tarafından yapımına başlanan caminin temeli 1957 yılında atılmıştır. Caminin inşaat alanının deniz seviyesinde ve dolma bir arazi olması nedeniyle temel çukurlarında su çıkmaya başlamış, bunun üzerine Mimar Davut Ağa, buraya büyük kazıklar çaktırarak bunların başlarını kurşun kuşaklarla birleştirmiş ve yapının temel taşlarını bu tabanlara oturtmuştur. 1598 yılında İstanbul’daki veba salgınında Mimar Davut Ağa’nın ölmesi üzerine, yapının mimarlığına Dalgıç Mehmed Çavuş getirilmiştir. İlk pencere taklarına kadar yükselen bina, 1603 yılında III.Mehmet ve Safiye Sultan’ın ölümü ve I.Ahmet’in tahta çıkması üzerine yarım kalmıştır.

Yarım yüzyıldan fazla (59 yıl) Sultan IV.Mehmet’in annesi Turhan Sultan tarafından 1660 yılında, duvarlarından bir sıra taş sökülerek yeniden başlatılmıştır. Bu kez mimarlığına Ser Mimar-ı Hassa Mustafa Ağa getirilmiş ve cami 1663’te tamamlanabilmiştir.

Yapı topluluğu cami, sıbyan mektebi, sebil, çeşme, hünkar kasrı ve türbeden oluşmaktaydı. Bunlardan sıbyan mektebi günümüze ulaşmamıştır.

Caminin etrafındaki yolların genişlemesi nedeni ile dış avlusu ortadan kaldırılmıştır. Mısır Çarşısı yönünde 18 sütunlu, 21 kubbeli ve üç kapılı olan iç avlunun ortasında güzel bir şadırvanı vardır. Sekiz sütun ve dokuz kubbeli son cemaat yeri ikinci kat pencere altlarına kadar çinilerle kaplıdır. Pencere üstlerinde de Hattat Tenekecizade Mustafa Çelebi’nin hatları vardır. Sağda ve solda üçer şerefeli iki minare yer almıştır. Kare planlı camiye merdivenle üç kapıdan girilir. Çinilerle süslü olan dört fil ayağına ve dört kemere oturan merkezi kubbeyi dört yarım kubbe desteklemektedir. Köşelerdeki dört kubbe ve köprü ile türbe önlerinde sütunlarla çevrili kubbelerle birlikte 66 kubbe bulunmaktadır. Mihrabı ve minberi beyaz mermerdendir. Mihrabın solunda değerli taşlarla süslü bir mozaik tablo bulunmaktadır.

Turhan Sultan için yapıldığı söylenen Hünkar Kasrı, klasik Türk evinin bütün özelliklerini taşıyan görkemli bir yapıdır. En güzel İstanbul panoramalarından birini seyredecek şekilde konumlanmıştır. Üç odalı ve bir salonludur. Duvarları desen ve şekillerle, değerli İznik çinileri ile kaplıdır. Ahşapları sedef ve fildişi kakmalıdır. 1948 yılına kadar bir depo olarak kullanılmıştır.1948 ve 1966 yıllarında restore edildikten sonra 1967 yılında müze olarak açılmışsa da kısa bir süre sonra kapatılmış ve yeniden depo olarak kullanılmıştır. Ardından bu tarihi yapı kiraya verilmiş, 2002 yılında da Hünkâr Kasrı’nın içerisine giren hırsızlar, XVI. ve XVII.yüzyılın en güzel örneği olan çini panolarının bazılarını sökerek götürmüşlerdir.
Günümüzde Osmanlı mimarisinin bir biblo kadar güzel olan bu eserinin çatısından içeriye sular sızmakta ve perişan haldedir.

Yeni Cami külliyesinden Mısır Çarşısı yanında Turhan Hatice Sultan’ın türbesi bulunmaktadır. Türbenin içerisi çağının en güzel çinileriyle bezenmiş olup, Turhan Hatice Sultan’dan başka Sultan IV.Mehmet, Sultan II.Mustafa, Sultan III.Ahmet, Sultan III.Osman ve Sultan I.Mahmut gömülüdür. Ayrıca bir çok şehzade ve sultanların sandukaları da burada bulunmaktadır. Bu türbeye sonradan iki türbe daha eklenmiş olup, buraya Sultan Abdülmecid ve Sultan II.Abdülhamit’in şehzadeleri, sultanları, bir köşesine de Sultan V.Murat gömülmüştür. Türbenin bahçesinde ise bazı sultan ve hasekilerin mezarları bulunmaktadır.
Turhan Hatice Sultan türbesinin sağına Sultan III.Ahmet’in yaptırdığı bir kütüphane bulunmaktadır. Bu kütüphanenin kitapları, günümüzde Süleymaniye Kütüphanesindedir.
Bugünkü İş Bankası’nın sol tarafında bulunan geniş saçaklı, mermer işçiliği ve bezemesiyle dikkati çeken sebil, II.Meşrutiyetten sonra yanmış, sonradan orijinal biçimiyle yenilenmiştir.


Firuz Ağa Camii (Eminönü)
Divanyolu’nda, Adliyeden Sultanahmet’e inen yolun sağında bulunan Firuz Ağa Cami, Sultan II.Beyazıt’ın Hazinedarbaşısı Firuz Ağa tarafından yaptırılmıştır. Divanyolu’nun genişletilmesinden önce daha büyük bir avlusu olan cami, kapısı üzerindeki yazıttan da anlaşılacağı üzere, 1491 yılında yapılmıştır. Kitabedeki yazı Şeyh Hamdullah Efendi’ye aittir.

Tek kubbeli küçük camilerin tipik bir örneği ve Bursa üslubunun basit bir karışımı olan Cami, kare planlıdır. İçeride duvarların oluşturduğu dört köşenin yukarı kısımlarına dört bingi inşa edilmiş ve böylece oluşan sekiz köşeli kasnağın üzerine kubbe oturtulmuştur. Caminin iç avlusu yoktur. Yapı kesme taştan olup, kubbe kasnağı 12 kenarlı ve basıktır. Her duvarda altlı üstlü ikişer pencere vardır.

Son cemaat yerinin derinliği 4.25 m. Ve üç kubbelidir. Bu bölümün sütun başlıkları stalaklitlidir. Cümle kapısı dışarı biraz çıkıntılı olup, sade silmeli bir çerçeveye sahiptir. Kapının kenarları yuvarlağa oldukça yakın basık kemerli, beyaz ve pembe mermerden yapılmıştır. Kemer üstünde iki sıra, dört satırlık kitabe, onun da üzerinde sade bademler işlenmiştir. Tam ortada bir şemse, yanlarda ise birbirinin eşi iki geometrik Muhammed yazısı bulunmaktadır.

Firuz Ağa Camisi’nin tek şerefeli minaresi sol tarafta olup, gövdeye geçen pabuç kısmı son derece kısa ve baklavalıdır. Gövde ve kaide arasındaki çap farkı çok azdır. Şerefe ve korkuluk klasik üsluptadır.

Firua Ağa’nın türbesi günümüzde yoktur. Türbe binası Divanyolu’nun genişletilmesi sırasında Sadrazam Keçecizâde Fuat Paşa’nın emriyle yıktırılmış, Firuz Ağa’nın mermer mezar sandukası minarenin bulunduğu sol duvar önünde, açıklıkta durmaktadır. Caminin mezarlığı ise tamamen kaldırılmıştır.

Beyazıt Camii (Eminönü)
Bizans devrinin en büyük meydanı olan Forum Theododsiacum veya Tauri Forum’unun bulunduğu yerde, Beyazıt Meydanı’na ismini veren, Fatih Külliyesinden sonra ikinci büyük külliye olan II. Beyazıt Külliyesinin yapımına, kapı kitabesinden öğrenildiğine göre1500 yılında başlanmış, 1505 yılında da tamamlanmıştır. Cami kapısı üzerindeki bu kitabeyi Hattat Şeyh Hamdullah yazmıştır.

Caminin mimarı olarak Mimar Kemaleddin ve Mimar Hayreddin’in isimleri üzerinde durulmuşsa da sonradan bulunan bir belgeye dayanılarak mimarının Yakup Şah bin Sultan Şah olduğu ileri sürülmüştür. Günümüzde kesin bir söz söylenememekle beraber bu üç mimarın da burada çalıştıkları, ancak hangisinin mimarbaşı olduğu kesinlik kazanamamıştır. Rıfkı Melûl Meriç bunlardan Mimar Hayreddin’i burada Su Yolcu olarak çalıştığını ileri sürmüştür.

Hadikatü’l-Cevami Beyazıt Camii için şu bilgileri vermektedir:

“Der- beyan-ı Camii Sultan Beyazıd-i Hanı-ı Veli.
Sultan Beyazıd Hazretlerinin Camii Şerifi birer şerefeli, iki minareyle bina olunup, sonra imaret ve tabhane ve mektep ve dahi sonra medrese bina edip müderrisliğini Devleti Aliyye’ de şeyhülislam olanlara şart eylemiştir. İptida müderris olan, Zembilli Ali Efendi’dir. Bâdehû Fatih-i Mısır, Sultan Selim-i Kadim Hazretleri pederi üzerine müstakil türbe bina eylemiştir ve kurbinde bir sağır türbede kerimesi Selçuk Sultan medfûnedir ve mihrab üzerinde ve büyük kubbede ve orta kapı haricinde Şeyh Hamdullah hattile işbu nesr-i arâbî tarih vardır:
Vakad vakael ibtidâ bi’l-binâi fî evâhiri zi’l-hicce li-seneti sitte ve tısa mie 906. Ve’tefekul itmami fî seneti ahadi ve aşre ve tisa mie 911 Hicriye.

Yapı topluluğu cami, imarethane, sıbyan mektebi, tabhaneler, medrese, hamam, kervansaray ve türbelerden oluşmaktadır. Daha önce yapılmış bulunan Fatih Külliyesi’nden farklı olarak simetrik ve bir düzen içerisindeki külliye görünümünden uzak, dağınık bir şekilde inşa edilmiştir. Beyazıd Camisi değişik bir plân şekli göstermektedir. Caminin plân düzeni ile Ayasofya’nın plânı arasında bağlantı kurulmaya çalışılmıştır. Ancak bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır. Erken Osmanlı mimarisinde görülen yan mekânlı camiler (ters T plânlı) tipinin klâsik mimariye geçişi arasındaki bir dönemin örneği olarak kabul edilmelidir. Burada yan mekânlı plan düzeninden yola çıkılarak tamamen Klasik Türk mimarisinin başlangıcı olmuş bir örnektir.

İbadet mekânı büyük bir kubbe ve ona bitişik iki yarım kubbe ile örtülmüştür. Bunların iki yanındaki dörder yan kubbe de üst örtüyü tamamlamaktadır. Caminin ibadet mekânı 37.02 ve 37.06x36.80 metre ölçüsündedir. Merkezi kubbe 16.78 metre çapındadır.Son cemaat yeri altı sütunun taşıdığı yedi kubbelidir. Mihrap ve minber mermerden yapılmış olup, oymalı ve kabartmalıdır. Minberin sağında renkli on sütun üzerine oturtulmuş hünkar mahfili, sağda da sekiz sütunun taşıdığı müezzin mahfili bulunmaktadır.

Caminin birer şerefeli minareleri tabhaneye bitişik olup, diğer camilerden ayrı özelliğidir. Bu nedenle iki minare arasındaki uzaklık 79 metredir. Bunlardan sağdaki minare 1953-1954 yıllarında onarılmış ve orijinalliğini yitirmiştir. Soldaki minare de küpüne kadar yıkılarak yenilenmiştir. Minarelerin üzerinde yontma silmeler, çerçeveler ve sivri kemerli nişler vardır. Buradaki kırmızı ve yeşil kakma ile yapılmış panoların içerisine kûfi yazılar yerleştirilmiştir. Renkli taşlarla geometrik süslemeli minarelerdeki bu bezeme, özellikle soldakinde tahrip edilmiştir.

Caminin şadırvanı Sultan IV.Murad döneminde (1623-1640) yapılmıştır.Avlu döşemesi ve şadırvanın sütunları Bizans’tan kalma malzemenin yeniden işlenmesi ile elde edilmiştir. Özellikle şadırvan sütunlarında Bizans izleri görülebilmektedir.

Külliyenin imarethane ve kervansarayının bugüne ulaşan kısmı Beyazıt Devlet Kütüphanesi tarafından kullanılmaktadır ve caminin solunda yer almaktadır. Medrese ise caminin sağında ve oldukça uzağında yapılmıştır. Günümüzde Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi olarak kullanılmaktadır. Külliyenin hamamı medreseden de uzakta olup, Ordu Caddesi üzerinde, Edebiyat Fakültesi’nin yanındadır. Halk arasında yanlış olarak Patrona Halil ismi ile tanınmaktadır.

Beyazıd Camisinin mihrap tarafındaki küçük hazirede 1512’de Yavuz Sultan selim’in yaptırdığı Sultan II.Beyazıd’ın türbesi bulunmaktadır. Oldukça sade ve zengin bir mimarisi olan bu türbenin duvarları kalem işleri ile süslüdür. Türbe içerisinde yalnızca Sultan II.beyazıd’ın sandukası bulunmaktadır. Caminin kıble tarafındaki boşlukta ise II. Bayezid’in kızı Selçuk Sultan’ın ve Tanzimat Fermanı’nın ilan eden Mustafa Reşid Paşa’nın türbeleri bulunmaktadır. Ayrıca burada Sultan II.Mahmud döneminin devlet adamları, Sadrazam Çerkez Mehmed Paşa, Şeyhülislam İvazpaşazade İbrahim’in mezarları bulunmaktadır.

Beyazıd Camisi 1797-1870-1940 ve 1958 yıllarında onarım görmüştür. Bu onarımlar sırasında ön cephedeki iki yan kapının üzerindeki ahşap revaklar kaldırılmıştır.


Kaynak : http://www.restorasyonforum.com

Restorasyon:
Şebsafa Hatun Cami   (Eminönü)

Zeyrek’te, Atatürk Bulvarı üzerindedir. Sultan I. Abdülhamid’in eşlerinden Fatma Şebsafa Hatun tarafından ölen oğlu Şehzade Mehmed için 1787 yılında yaptırılmıştır.Halk tarafından yanlış olarak Zeyrek Camii diye tanınan bu cami barok üslupta, tek kubbeli olarak kesme taş ve tuğladan inşa edilmiştir. Son cemaat yeri 5 sütunlu olup, bunlar yukarıdaki dışa kapalı mahfel kısmını taşımaktadır.

Merdivenle çıkılan caminin giriş kapısı üzerinde Şeyhülislam S.Yahya Tevfik’in (1715-1791) 9 satırlı, 20 mısralık talik yazılı ile h.1200 (1787) tarihli kitabesi bulunmaktadır. Bu kitabenin 2. kıtası:

“ Şehzade Hazreti Sultan Mehmed Maderi
Fatma altıncı kadın Şebsafa Fahrünisa
Yaptı bir cami mahalli lâyıkında biriyâ
Etti zuhrü âhret makbul olan ruzu ceza”.

Kubbe kasnağında 16, duvarlardaki 13 pencere ile ibadet mekânı aydınlatılmıştır. Caminin sağında kesme taştan tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. Şebsafa Hatun’un h.1200 tarihli (1787) mezarı caminin arkasındadır. Ayrıca sol tarafta klasik üslupta üzeri örtülü sıbyan mektebi yapıya eklenmiştir.
 
 Nuru Osmaniye Cami    (Eminönü)

Kapalıçarşı’nın Cağaloğlu ve Çemberlitaş’a açılan kapısının önünde yer alan Nuruosmaniye Camisi, Osmani ve Nuruosmani isimleriyle tanınmıştır. Bu caminin bulunduğu yerde daha önce, Hasan Canzade Şeyhülislam Hoca Sadettin Efendi’nin eşi Fatma Hatun’un mescidi bulunuyordu. Mescit harap ve yıkılmaya yüz tuttuğundan, Sultan I.Mahmud’un emriyle ortadan kaldırılmış ve yerine bugünkü caminin yapımına h.1161 (1748) yılında başlanmıştır. Ancak padişahın ölümü üzerine camiyi kardeşi III.Osman tamamlatmış h.1169 (1755), bundan ötürü de “Osman’ın Nuru” anlamında Nuruosmaniye olarak isimlendirilmiştir.

Nuruosmaniye Camisi’nin en büyük özelliği batı mimarisinin etkisiyle yapılmış ilk camilerden oluşudur. Burada klasik Osmanlı mimarisinin izlerini görmek çok zordur. Barok üsluptaki caminin mimarı da tartışmalıdır. Bazı kaynaklarda Mimar Mustafa Ağa’nın ismi geçiyorsa da büyük olasılıkla Simon Kalfa tarafından yapıldığı sanılmaktadır.

Yapı topluluğu; cami , medrese, imaret, kütüphane, türbe, çeşme, sebil ve muvakkithaneden meydana gelmiştir. Çevresinde dükkanlar ve aynı ismi taşıyan bir de han vardır. Külliyenin bulunduğu arazinin dışa eğimli oluşundan ötürü avlunun kuzey ve batı duvarları boyunca ortaya çıkan mekânlar dükkana dönüştürülmüş ve böylece külliyeye gelir sağlanmıştır.

Barok üsluptaki cami, iki kapılı, 12 sütunlu, 14 kubbeli revaklı geniş bir dış avlu ile çevrilidir. Bu avlu klasik plân üslubundan tamamıyla ayrılmış olup, yarım daire şeklinde bir plân gösterir. Klasik üsluptaki cami avlularında görünen şadırvan burada bulunmamaktadır.

İki taraftan geniş merdivenlerle çıkılan caminin giriş kapısı üzerinde Hattat Eğrikapılı Rasim’in yazdığı bir kitabe yerleştirilmiştir. Girişin iki tarafındaki ayetleri de Hattat Fahrettin Yahya yazmıştır.

Caminin ibadet mekânını örten kubbesi, klasik Türk mimarisinde görülen uygulamalardan ayrı olarak, payeler yerine duvarlar üzerine oturtulmuş ve ağırlık buraya verilmiştir. Mihrap dışarıya doğru çıkıntılı olup, üzeri de yarım bir kubbe ile örtülüdür. Kubbe 25 metre çapında, kubbe eteğinde 32 pencere bulunur. Klasik mimariden ayrı olarak beş sıra halinde 174 pencere ile aydınlatılmıştır. Yapının dengesini kontrol etmek için mihrabın iki yanına döner terazi sütunlar yerleştirilmiştir.Ayrıca kubbenin dışa açılmasını önlemek için, yapının her iki tarafına ağırlık kuleleri oturtulmuştur. Minber ve mihrabı mermerdendir. Mihrabın sağından başlayan fetih suresi mermer üzerine oyularak bir kuşak gibi bütün camiyi çevrelemektedir. Ayrıca pencere üzerinde renkli taşlar üzerine hadisleri hattat Bursalı Müzehhip Ali Efendi celi-sülüs yazıyla yazmıştır.

Taş alemli ikişer şerefeli iki minaresi vardır.Osmanlı mimarisinde taş alemler ilk kez burada kullanılmıştır.

Kütüphanenin sağında III.Osman’ın annesi Şehsuvar Sultan’ın türbesi bulunmaktadır. Yapı topluluğunun imareti ve medresesi caminin kuzeyinde, Kapalı Çarşı yönünden avluya girildiğinde sağda yer almaktadır. Sebil sağdadır.Türbe ve kütüphane, hünkar mahfilinin arkasında yer almaktadır. Türbe de Sultan III.Osman’ın annesi Şehsuvar Valide Sultan gömülüdür.
 
 Zeynep Sultan Cami     (Eminönü)

Alemdar Caddesi üzerinde Gülhane Parkı karşısında yer alan Zeynep Sultan Camisi’ni Sultan III.Ahmet’in (1703-1730) kızı Zeynep Sultan 1769 yılında yaptırmıştır. Yapının mimarı Mehmet Tahir Ağa’dır. Zeynep Sultan Camisi ile birlikte bir sıbyan mektebi, bir sebil ve bir de çeşme yapılmıştır. Ancak, çeşme ve sebil, atlı tramvayların buradan geçebilmesi için yol genişletilmesi sırasında kaldırılmıştır. Daha sonra bu sebilin yerine 1780 tarihli, Sirkeci’deki I.Abdülhamit Külliyesinin (bu yapı da günümüze ulaşamamıştır) yine Mehmet Tahir Ağa’nın eseri olan sebil (1777) ve çeşme buraya taşınmıştır.

Zeynep Sultan Camisi de XVIII.yüzyılın sonlarına tarihlenen barok üslupta bir yapıdır. Mimar Mehmet Tahir Ağa bu camiden altı yıl önce (1763) yapmış olduğu Laleli Camisi’nde barok üslubun tüm özelliklerini uygulamış olmasına rağmen burada barok ile klasik üslubu kaynaştırmıştır.

Zeynep Sultan Camisi sıbyan mektebi, medrese, meşruta evler ile hazirenin bulunduğu bir avlu içerisindedir. Kuzeydoğudan ve güneybatıdan girilen avlusunun kapısı üzerinde sonradan yazılmış bir kitabede banisinin ismi ile bir de besmele bulunmaktadır. Caminin dört porfir sütunlu, sivri kemerli ve beş kubbeli son cemaat yerinden içeriye girilir. Caminin ana mekânı kare planlı olup, güney duvarında dikdörtgen çıkıntı yapan bölüm mihraba aittir. Kare mekânı örten 12.20 metre çapındaki kubbe trompların taşıdığı bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kubbenin ağırlığı trompların yardımıyla duvarlar tarafından taşınmaktadır. Girişin hemen üzerinde altı ince mermer sütunun taşıdığı ahşap bir kadınlar mahfili, onun solunda da hünkâr mahfili bulunmaktadır. Kubbe kasnağındaki yuvarlak alçı pencereler ve duvarlardaki dikdörtgen pencerelerle iç mekân aydınlatılmıştır. Caminin içerisi zengin kalem işleriyle süslenmiştir. Burada rûmi, palmet, lotus gibi klasik üslubun öğelerine yer verilmiştir.

Minare, caminin batısında olup, kürsü ve pabuç kısımları kesme taştan, gövdesi tuğladan tek şerefelidir. Minarenin tuğla gövdesi yapılırken taş merdivenler dışarıdan görülecek şekilde bırakılmış ve böylece tuğla örgü arasında beyaz renkleriyle helezoni bir şekilde minareye özgü bir konum yaratılmıştır. Minarenin şerefesindeki bitkisel bezemeli demir korkuluklar da tamamen barok üslubu yansıtmaktadır.

Caminin batısında, 1967 yılında yenilenen meşruta evlerinin yanı başındaki sıbyan mektebi ve önünde de haziresi bulunmaktadır. 1970 yangınında medrese ve sıbyan mektebi yanmış, 1983’te Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmış ve Abideleri Koruma Derneği’ne tahsis edilmiştir. Caminin haziresinde Zeynep Sultan’dan başka Alemdar Mustafa Paşa’nın mezarı vardır.

Zeynep Sultan Camisi uzun süre harap bir durumda kalmış, 1917’de onarılmıştır. Bunun ardından 1958’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce, 1983’te de Abideleri Koruma Derneğince onarılmıştır.
 
 Mahmut Paşa Cami     (Eminönü)

Eminönü İlçesi’nde, Nuruosmaniye Külliyesi’nin kuzeydoğusunda yer alan Mahmut Paşa Cami ve külliyesi, fetih sonrasının ilk büyük vezir külliyesi olup, Fatih külliyesinden sonra XV.yüzyılın en önemli yapı grubudur. 1460’lı yılların başında yapımına başlanan külliyenin camisi 1462’de tamamlanmış; diğer kısımlarının inşası ise 1474 yılına kadar sürmüştür. Külliye, Sadrazam Mahmud Paşa tarafından Mimar Atik Sinan’a yaptırılmıştır.

Yapı, cami, türbe, hamam, han, medrese, imaret ve sıbyan mektebinden oluşmaktaydı. Ancak, günümüze cami, türbe, han ve hamamdan başka yapısı ulaşamamıştır. Cami, giriş kapısı üzerindeki Arapça kitabesine göre 1462’de tamamlanmış, Hamam 1466-1467’de, medresesi 1472’de, türbesi ise 1473’te tamamlanmıştır.

Cami, tabhaneli ya da zaviyeli cami denilen erken dönem Osmanlı camileri tipinde yapılmıştır. Cami iki büyük kubbe ve etrafında üçer ufak kubbe ile örtülüdür. İçersindeki mavi üzerine beyaz yazılı çiniler sonradan konulmuştur. Minber ile mihrabı işlemeli mermerden yapılmıştır. Son cemaat yeri 6 kesme taş sütun üzerine 5 kubbelidir. Son cemaat yerinin arkasında beş kubbeli bir giriş kısmı daha vardır. Yanlardaki ufak kubbeler altında koridorlar yer alır. Kıble kapısının üzerinde hicri 868 tarihli ve caminin yapılış tarihini belirten bir kitabe bulunmaktadır. Kapısının etrafı işlemeli mermerdendir. Kapının yanında Sultan III. Osman’a ait onarım kitabesi yer almaktadır. Çıkan bir yangında büyük zarar gören cami 1755 yılında Sultan III. Osman tarafından tamir ettirilmiştir. Cami 1766 yılı depreminde yıkılmış, 1785 yılında tamir görmüştür. 1827 yılı yangınından sonra 1829 yılında tekrar tamir edilmiştir. Geçirmiş olduğu bu onarımlar nedeniyle, cami içerisindeki bezemeler orijinalliklerini kaybetmişlerdir. Kesme taştan tek şerefeli minaresi 1936 restorasyonundan sonra bu günkü şeklini almıştır.

İstanbul’ un en eski han ve hamamları olan Mahmud Paşa Hamamı ve Kürkçü Han ise caminin kuzeyinde yer alırlar. Caminin doğusunda bulunan medresenin sadece bir dershanesi günümüze ulaşmıştır.Caminin kuzeyinde bulunan hamam, İstanbul’daki en eski hamamlardan biridir.

Avlusundaki çeşme ve sebil Darüssade Ağası Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştır.Mahmut Paşa’nın türbesi caminin arkasındadır.


Laleli Cami     (Eminönü)

Laleli semtinde, Ordu Caddesi ile Fethi Bey Caddesi’nin kesiştiği köşede yer alır. Sultan III. Mustafa tarafından 1760-1763 arasında yaptırılmıştır.. Külliyenin mimarı bazı kaynaklarda Mehmed Tahir Ağa olarak geçmektedir. Ancak bunu doğrulayan kesin bir bilgi bulunmamasına karşılık, yapının inşaatının ilk aylarda mimarbaşılık görevini Hacı Ahmed Ağa’nın yaptırdığı bilinmektedir. Yapının bitmek üzere olduğu (1762 Aralık başı) dönemde ise hassa başmimarı olarak yine Ahmed Ağa’nın adını veren belge bulunmaktadır.

Adını yakınındaki Laleli Baba Türbesi veya Laleli Çeşmeden alan külliye, cami, imaret, çeşme, sebil, türbe, han, medrese, muvakkithaneden oluşmuştur. Cami, külliyenin merkezini teşkil etmektedir. Bodrum niteliğindeki bir altyapının üzeri, aynı zamanda caminin avlusudur. Bu avlu yer seviyesinden yüksektedir ve avluya basamaklarla çıkılır. Laleli Camisi bu yüksek avlunun ortasında yer alır. XVII. yüzyıl Osmanlı mimarisinin en özgün eserlerinden biridir. 24 pencereli büyük kubbesi, giriş ve kıble taraflarındaki üçer yarım kubbeyle desteklenir. Tek şerefeli iki minaresi vardır. Özellikle minarelerin külahları çok değişiktir. Toplam 105 pencere tarafından aydınlatılan caminin iç duvarları renkli somaki mermerlerle kaplanmıştır.

Cami barok üslupla yapılmış olsa da daha çok klasik üslubun özelliklerini taşımaktadır. Yapımından kısa bir süre sonra İstanbul’un geçirdiği 1766 depreminden çok etkilenmemiştir. Yalnız bazı kaynaklara göre sol taraftaki minaresi altı yıl sonra camiye eklenmiştir. Nitekim kapısı üzerinde bulunan 1197-1783 tarihli Arapça onarım kitabesinden, 1782’de geçirdiği büyük yangından sonra onarım gördüğü anlaşılmaktadır. Aynı yangında caminin vakfı olan dükkanlar da yanmıştır.

Caminin dış avlu cümle kapısı 1957-1958 yılında yol genişletme çalışmaları sırasında geriye çekilmiş ve caddeye ek dükkanlar yapılarak bodrum onarılmıştır. Yapıldığı yıllarda ticari amaçlarla kullanılmayan cami bodrumu da günümüzde çarşıya dönüştürülmüştür.

Külliyenin hanı, Fethi Bey Caddesi üzerinde, caminin kuzey yönündedir ve hala çarşı olarak kullanılır. Taş Han, Çukur Çeşme ve Sipahiler Hanı olarak da bilinen han iki katlı, biri büyük, diğeri küçük iki avlulu bir yapıdır. Külliyenin medresesi, bugün Tayyare Apartmanları olarak bilinen yapı topluluğunun bulunduğu yerde, eski adı Derbent Sokağı olan taraftaydı. 1894 depreminde harap olan yapı, 1911’deki yangında yanarak tamamen yok olmuş ve yerine bu apartmanlar yapılmıştır.

Külliyenin türbeleri ve sebili, Ordu Caddesi üzerinde Aksaray yönündeki köşesindedir. Öndeki türbede Sultan III. Mustafa, Sultan III. Selim, Heybetullah, Mihrimah, Mihrişah ve Fatma Sultanlar gömülüdür. Bu türbenin yanında Haseki Sultanlar Türbesi ve caminin haziresinde üzeri bronz şebekeli Âdilşah Kadın’ın üzeri açık türbesi vardır.



Kalenderhane Cami     (Eminönü)

Vezneciler’de, 16 Mart Şehitleri Caddesi’nde ve Bozdoğan su kemerlerine bitişiktir. Kiliseden çevrilme camilerdendir. Kalenderhane ismi Fatih döneminde verilmiş ve günümüze kadar bu isimle gelmiştir.

Bizans dönemindeki adı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Akataliptos İsa’ya ithaf edildiği sanılmaktadır. Ancak bu isim konusunda da kesin bir bilgi bulunmamaktadır.

Bugünkü yapının aslı, Latin istilası sırasında Katolik İtalyanlara tahsis edilmiş bir XII. yüzyıl kilisesidir. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed vakfı olarak zaviyeye çevrilerek Kalenderi tarikatına tahsis edilmiştir. XVIII. yüzyılın ilk yarısında Babüssaade Ağası Maktul Beşir Ağa tarafından camiye dönüştürülmüş ve bütünüyle onarılmıştır. Aynı zamanda hünkâr mahfili de ekleyen Beşir Ağa’nın bu onarımı ile ilgili bir kitabesi bulunmaktadır.

Duvarları taş ve tuğla karışımı olan caminin bir büyük ve bir küçük olmak üzere iki kubbesi vardır. Köşeleri kum saatli olan mihrabı oldukça güzel bir eserdir. Minber ampir üslupta olup, ahşaptandır. İç duvarlarında renkli mermer kaplamalar ve kabartma halinde friz süslemeler bulunmaktadır.

XIX. yüzyılda büyük bir yangın geçiren cami, 1854’de onarılmıştır. Minaresi 1930 yılında yıldırım düşerek yıkılmıştır. Bu tarihlerden sonra terkedilmiş, 1966-1975 yılları arasında Harvard Üniversitesi ile İstanbul Teknik Üniversitesi işbirliği ile yapılan bir araştırma ve kazıya konu olmuş, 1968 yılında restore edilerek tekrar ibadete açılmıştır.



Küçük Ayasofya Cami     (Eminönü)

Cankurtaran ile Kadırga arasında, Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonundadır. Kiliseden çevrilme camilerdendir. 527 yılında Bizans İmparatoru I. Jüstinyen zamanında yapılmıştır. Sergios ve Bakhos adlı iki azize ithaf edilmiş olup, adı Sergios ve Bakhos Kilisesidir. Fetihten sonra 1504 yılında kilise, Sultan II. Beyazid zamanında Darüssaade Ağası Hadım Hüseyin Ağa tarafından kiliseye, beş kubbeli bir son cemaat yeri, binadan ayrı duran minare ile, içerisine bir müezzin mahfili, minber ve mihrap eklenerek camiye dönüştürülmüştür. Çeşitli zamanlarda onarımlar geçiren binanın bugünkü minaresi 1955 yılında yaptırılmıştır.

Küçük Ayasofya Camisi 30x34 boyutlarında bir alanı kaplamaktadır. Kubbe 19 m. Yükseklikte ve sekiz köşeli bir kasnağa oturtulmuştur. Son cemaat yeri beş sivri kemerli olup, üzeri kubbelidir. Sütun başlıkları baklavalıdır. Orta kubbe köşelikleri stalaktitlidir. Kemerlerde eski süslerin kalıntıları görülebilmektedir.

Caminin cümle kapısı beyaz-pembe mermerdendir. Bu kapı üzerinde iki ayrı kitabe vardır. Bunlardan ortadaki caminin asıl kitabesidir. Arapça olan diğer kitabede ise onarımı ve tamamlandığı tarih bulunmakta olup, diğer kitabede ise Hadis-i Şerif yazılıdır. Bu cümle kapısındaki ahşap kapı, çok harap olmakla birlikte, XVI.yüzyıl ağaç işçiliğinin en güzel örneğidir.

Mihrabı mermerden beş kenarlı ve sadedir. Üzerindeki tacı süslüdür. Minberi de sadedir. Kapı üstünde pembe mermerden kenarları laleli bir taca sahiptir. Müezzin mahfili sekiz kenarlı on sütun üzerindedir. Tavanı çatılı, korkuluğu sağırdır.

Yapıdan ayrı ve caminin sağında bulunan minare sekiz kenarlıdır. Köşelerinde sütunçeler vardır. Caminin kuzeyinde ise Hüseyin Ağa Türbesi bulunmaktadır. Türbe sekiz köşeli, moloz taş ve tuğladan yapılmıştır.



Şehzade Cami     (Eminönü)

Şehzadebaşı semtindeki cami, genç yaşta ölen oğlu Şehzade Mehmet için, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan külliye içerisindedir. Mimar Sinan, Şehzade Cami ve külliyesini 1544-1548 tarihleri arasında dört yılda tamamlamıştır. Mimar Sinan daha sonraları yaptığı bir değerlendirmede “Şehzade çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Edirne Selimiye de ustalık eserimdir” demiştir. Bu nedenle Şehzade Camisi, Mimar Sinan’ın mimari dehasındaki ana devirler olan bu üç anıt eserin ilk basamağıdır

Bu yap topluluğu, cami, imaret, tabhane, medreseler ve mekteplarden oluşmaktadır. Bunlardan imaret ile mektep avlu dışında olup, cami, medrese, tabhane ve türbeler bir avlu içerisindedir.

Cami kare planlı olup, üstü yarım küre şeklinde bir büyük kubbe ve bunun etrafında dört yarım kubbeyle örtülmüştür. Dört köşede yarım küre, dört de küçük kubbe vardır. Bütün kubbeler dört büyük fil ayağı üzerine oturur. Mimar Sinan’ın eserlerinde görülen sadelik ve tezyinat bu camide de görülür.

Hünkâr mahfili harimin solunda sütunlar üzerindedir. Minber ve mihrap mermerden işlenmiş olup, kafesli ve parmaklıklıdır. Müezzin mahfili ise sekiz sütun üzerindedir.

Camiye üç ayrı kapıdan girilir. Ortadaki cümle kapısının üzerinde bir kitabe bulunmaktadır. Cami avlusu 12 sütuna dayanan 16 kubbe ile çevrilidir. Buradaki kalem işleri dikkat çekicidir. Avlunun ortasında şadırvan vardır. Caminin sağ ve solunda ikişer şerefeli iki minaresi bulunmaktadır. Minareler çeşitli şekillerde işlenmiştir. Medrese, sıbyan mektebi, imaret ve tabhanesi, kuzey yönünde ve avluya duvar teşkil edecek biçimde yerleştirilmişlerdir.

Şehzade cami haziresi bir çok türbeyi içine almaktadır. Şehzade Mehmed’in türbesi camiden daha önce bitirilmiştir. Sonraki yıllarda eklenen çeşitli türbelerle bu alan bir hazireye dönüşmüştür. Özellikle Şehzade Mehmet Türbesi süsleme ve bezemeleriyle Mimar Sinan’ın eserlerinin en güzel örneğidir. Mermer, breş ve terrakotta ile polikrom bir kaplamaya sahiptir. Tek kubbe ile örtülü sekizgen bir yapıdır. Üç açıklıklı, düz saçaklı revaklı bir girişi vardır. Kubbe yivleri sıklaştırılmış ve derinleştirilmiş; silindirik tambur, yivli bir sütun tamburu niteliği kazanmış, bir palmet dizisiyle sonlandırılmıştır. Kapının iki yanına “cuerda seca” tekniğinde İznik çinilerinden panolar yerleştirilmiştir. İçeride de aynı teknikte yapılmış çini kaplama kubbe eteğine kadar yükselir. Şehzade Mehmed’in sandukasının üstüne ağaçtan bir taht yerleştirilmiştir. Şehzade Mehmed Türbesinin sol tarafında yine Mimar Sinan’ın eseri olan ve sekiz köşeli plân düzeninde tek kubbeli Rüstem Paşa Türbesi vardır. Ayrıca hazirede Şehzade Mahmud, Hatice Sultan, Fatma Sultan ve İbrahim Paşa’nın türbeleri yer almaktadır.

Külliyede, haziresinde beş tane, dış avlu duvarlarında dörtgen biçiminde bir tane olmak üzere toplam altı türbe vardır. Bunlardan özellikle Şehzade Mehmed Türbesi İstanbul`un en güzel mezar yapılarındandır.
 
 Sokullu Mehmet Paşa Cami     (Eminönü)

Kadırga, Su Terazisi Sokakta bulunan cami, II.Selim’in kızı ve Sadrazam Mehmet Paşa’nın eşi Esma Sultan tarafından 1571 yılında kocası adına yaptırılmıştır. Cami, Sultanahmet Meydanından Kadırga’ya inen yolun üzerinde, eğimli bir mevkide bulunan Bizans dönemine ait Aya Anastasia Kilisesinin bulunduğu yerde yapılmıştır. Mimarı Mimar Sinan’dır.

Dış avlusu olmayan caminin iç avlusuna kuzey kapısından merdivenlerle girilir. Bu avlunun üç tarafı revaklar ve bunların gerisinde yer alan üzerleri kubbeli 16 medrese odası ile çevrelenmiştir. Merdivenle çıkılan girişin üzerinde dershane ile yan girişlerde müezzin ve kayyım odaları bulunmaktadır. Ayrıca avlunun ortasında, sütun ve mermer şebekeli, kubbeli bir şadırvanı vardır.

Cami, dikdörtgene yakın plânlıdır. Son cemaat yeri, stalaktitli mermer sütunlar, sivri kemerlerle birbirine bağlanmış, üzerleri kubbeli yedi bölümden oluşmuştur. Yuvarlak kemerli portalin üzerinde sülüs hatlı kapı yazıtı bulunmaktadır.

Caminin ana mekânı 13 m. Çapında merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Bu kubbe mihrap ve portal tarafından ikişer, yan kenarlarının ortasında birer tane olmak üzere toplam altı ayağa dayanmaktadır. Bu ayaklar birbirlerine yuvarlak kemerlerle bağlanmışlardır. Buradan bir altıgene ve oradan da çini pandantiflerle kubbe yuvarlağına geçilmektedir. Kubbenin yanlara açılmasını önlemek amacıyla, caminin dışına, her ayağın üzerine bir ağırlık kulesi oturtulmuş ve köşelere birer yarım kubbe eklenmiştir. Mihrap ve minberi taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Minberin külahı çinilerle kaplanmıştır. Caminin kemerlere kadar İznik çinileri ile kaplı mihrap duvarı, Türk çini sanatının en gelişmiş döneminin örneğidir.

Caminin kesme taştan minaresi, sağ taraftadır. Gövdesi üzerinde dikey hatlar bulunmaktadır. Pencereleri üzerinde mavi zemine beyaz süslü hatla, tamamen çini dekorlu kitabeler bulunmaktadır. Cami kalem işleri ile bezenmiştir. Özellikle avlu giriş kapısı tavanındaki malakâri örnekler ile mahfil tavanları çok güzel eserlerdir.

Caminin haziresinde Sokullu Mehmet Paşa’nın iki torunu gömülüdür.

Abbas Ağa Cami   (Beşiktaş)

Beşiktaş’ta, Sinanpaşa Mahallesi’nde, Selamlık Caddesi ile Abbas Ağa Cami Sokağı’nın kavşağında yer almaktadır.

Bânisi Darüssade Ağası Abbas Ağa’dır (ö.1672’den sonra). Abbas İbn Abdürrrezzak adı ile de bilinmektedir. Osmanlı sarayının ünlü darüssade ağalarındandır. IV:Mehmet’in padişahlığı (1648-1687) döneminde, saray hareminin ve haremağalarının etkinlik kazandığı yıllarda darüssaade ağası (1668-1671) oldu. Edindiği servetle İstanbul’un bir çok semtinde okul, cami, hamam ve çeşmeler yaptırdı. 1672’de darüssaade ağalığından azledilerek Mısıra sürüldü, orada öldü. Kahire’de İmam Şâfi Türbesi Haziresi’ne gömüldü.
Abbas Ağa Cami, Hadikatü’l Cevâmi’ye göre 1665-1666’da inşa edilmiştir. II.Mahmut tarafından 1834-1835’te yeniden yaptırıldığı bilinmektedir. İlk inşasında caminin yanında bir sıbyan mektebi ile bir çeşmenin tasarlandığı, yapının bir hünkâr mahfili ile donatıldığı tesbit edilmiştir. Sıbyan mektebi günümüze ulaşmamıştır.

Caminin etrafı yüksek duvarlarla kuşatılmıştır. Çevre duvarının kuzey yönünde, biri ana girişe, diğeri de halen imam meşrutası olarak kullanılan hünkâr mahfiline geçit veren iki kapısı bulunmaktadır. Cümle kapısı ile cami arasındaki alan ahşap bir sakıfın altına alınmıştır. Cami, kapalı son cemaat yeri, enine dikdörtgen harim, harime batı yönünde bitişen hünkâr kasrı ve minareden oluşmaktadır. Duvarlar moloz taş ve tuğla ile örülerek ahşap bir çatı ile örtülmüş, duvarlara iki sıra halinde dikdörtgen pencereler dizilmiştir. Hünkâr kasrı ise ahşap olarak tasarlanmıştır.Son cemaat yerinin batı kenarında bağımsız bir girişle donatılmış olan hünkâr kasrının, II.Abdülhamit devri onarımında elden geçirildiği sanılmaktadır.

Harimde bulunan fevkani mahfil, doğuda ve batıda duvarların yarısına kadar, kuzeyde ise derinliğine gelişerek son cemaat yerinin üstünü kaplamaktadır. Petek kısmı prizmatik üçgenlerden oluşan silindir gövdeli minare, son cemaat yeri ile hünkâr mahfilinin birleştiği köşede, kare bir kaide üzerinde yükselmektedir. Mahfilin cephelerinde, başlıklarında küçük oyma gülçeler bulunan ahşap pilastrlar vardır. Küçük bir mihrabı olan son cemaat yeri ile ana mekan ahşap bir duvarla ayrılmıştır.

Harim tavanındaki ahşap işçilik dikkat çekicidir. Tam ortadaki avize, altın yaldızlı beyzi bir göbeğe asılmıştır. Tavan yüzeyi, kalın çıtalarla oluşturulmuş sekiz köşeli yıldızlar, kenarları yumuşatılmış dikdörtgenler ve çeşitli geometrik şekillerle düzenlenmiştir. Tavan kornişlerinde yelpaze şeklinde ajurlu konsollar, mukarnası andıran sarkıtlı süslemeler ve perde motifleri görülmektedir.

Mahfil kare kesitli ahşap sütunlara oturtulmuş, mihrap eksenindeki sütun açıklığı, eğri çizgilerden oluşan alınlıkla taçlandırılmıştır. Mahfilin kuzey ve doğu kanatları çatıdan mamul kafeslerle, insan boyunu aşacak yükseklikte kapatılmıştır. Hünkâr mahfili niteliğindeki batı kanadı özel bir oda olarak ayrılmış, dışarıdan aplike, renkli ahşap süsleme ögeleri ile kapatılan küçük kare mekânın üzeri bağdadi bir kubbe ile örtülmüştür. Bu kubbenin içi yağlıboya akantus yapraklı bir süsleme ile bezenmiştir. Kareden kubbeye geçişte, köşelerde beliren üçgen alanlar, altın yaldızlı ışınsal süslemelerle kaplanmıştır. II.Mahmut devrinin özelliği olan söz konusu mekânda tavana kadar devam eden bir mihrap tasarlanmıştır. Ana mekânın, beyaz yağlıboya ile boyanmış olan mihrabı ile ahşap mimberi oldukça basittir.

Abdi Çelebi Cami   (Fatih)

Fatih İlçesi’nde, Kocamustafapaşa mahallesi’nde, Müdafaimilliye Caddesi ile Marmara Caddesi’nin kesiştiği yerdedir.

Kanuni Dönemi ileri gelenlerinden Ruznameci Çelebi Abdullah Efendi tarafından yaptırılmıştır. Çilingir, Sankiyedim, Yedimiçtim gibi adlarla da anılmaktadır.

Mimar Sinan tarafından 940/1533 tarihinde inşa edilen ilk yapı dolma bir set üzerinde yükselmekte, dört fil ayağına bir kubbe oturtulmak suretiyle tasarlanmıştı. Geçen yüzyılın sonlarında çok harap olan cami, devrin seraskeri Rıza Paşa’nın (1844-1920) delaletiyle, gideri Hazine-i Hassa’dan ödenmek kaydıyla yeniden inşa ettirilmiş, Mimar Sinan’ın ilk tasarladığı camiden tamamen farklı, eklektik üslupta bir yapı ortaya çıkmıştır. İstanbul’da meydana gelen 1896’daki Ermeni Olaylarından sonra caminin çevresindeki Ermeni mahallesinde bir karakolun inşa ettirilmesi, caminin de yenilenmesine neden olmuştur.

Osmanlı devrinin son yıllarında bakımsız kalan cami 1993’de Süeda Hanım isimli bir hayırsever tarafından onarılmıştır. 1992 yıllarında yapının kuzey kesimine dernek binası, tuvalet ve abdest yerleri eklenmiştir. Ayrıca fevkani mahfilde kuzeye bakan pencerelerden biri kapıya çevrilerek minareye ve mahfile dışardan giriş sağlanmıştır.Son yıllarda yapılan ekler caminin ana yapısı ile uyumsuz bir görüntü arz etmektedir.

Yapının cepheleri pilastralarla bölünmüş, alt ve üst pencerelerin arasına yatay bir silme yerleştirilmiştir. Alt pencereler basık, üst pencereler ise yuvarlak kemerlidir. Üst pencerelerden cephe ekseninde bulunanlar yükseltilerek saçak kornişinden yukarıya taşırılmıştır. Birkaç istisna dışında Osmanlı yapılarında görülmeyen, buna karşılık Bizans dini mimarisinde çokça kullanılan, osmanlı dönemi Rum kiliselerinde de sürdürülen bu saçak ayrıntısı, Abdi Çelebi Camisi’nin Rum kökenli ustaların elinden çıkmış olabileceğini düşündürmektedir. Yapının dört köşesinde yükselen ağırlık kuleleri sekizgen, üst kısımları da soğan kubbelidir. Cami kiremit kaplı ahşap çatıyla örtülmüştür. Minaresi kuzeybatı köşesindedir.

Kapalı son cemaat yerinin üst katı kadınlar mahfili olarak değerlendirilmiştir. Fevkâni mahfilden harime açılan üç adet kemerin içinde mahfil zemini kavisli çıkmalarla genişletilmiş, bu çıkmalardan ortadaki daha geniş tutulmuştur. Kare planlı harimin tavanı köşede, pandantif görünümlü ahşap dolgularla kuşatılmış, böylece elde edilen sekizgen yüzeyin merkezine alçıdan yuvarlak bir göbek oturtulmuştur. Son devrin hattatlarından Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer’in eseri olan, yaldızla yazılmış sülüs hatlı Nur ayeti, alçı göbeği kuşatmaktadır. Mihrabı çevreleyen ve 1933 onarımına ait olduğu sanılan çini kuşakta mavi zemin üzerine beyaz renkte celi sülüs olarak yazılmış, Kamil Akdik imzalı İhlas suresi bulunmaktadır. Mihrap nişinde, son dönem özelliklerini yansıtan kalem işi perde motifleri görülür.

Başlangıçta mescit olarak faaliyet gösteren yapının mimberini 1756’da mahmut Ağa’nın yaptırdığı bilinmektedir. Halen görülen ahşap mimber ise, yapının mimarisi gibi eklektik özellikler göstermektedir. 19.Yüzyılın sonundaki yenileme sırasında konduğu anlaşılan bu mimberin köşk kısmı dilimli kemerlerle donatılmış, soğan kubbeli bir külah ile taçlandırılmıştır.

Ağa Cami   (Beyoğlu)

Beyoğlu’nda İstiklâl caddesindedir. Caminin batısı Sakızağacı Caddesi’ne, kuzeyi Maliyeci Sokağı’na bakmaktadır. 1003/1594 yılında Galatasaray ağası Şeyhülharem Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. II.Mahmut 1834 yılında camiyi onartmıştır. Doğudan Rumeli han’a bitişik olan caminin etrafı çevre duvarıyla kuşatılmıştır. Maliyeci Sokağı’na bakan ana kapıdan avluya girilmektedir. Tamamı kesme taş olan yapının tüm kenarları taraklı mozaikle çerçeve içine alınmıştır. Cami, üstte sivri kemerli, dıştan revzenle kaplı, içeriden sitilize Türk çiçek motifli, renkli cam pencerelerle, altta ise dikdörtgen kesitli ve demir parmaklıklı iki sıra pencereyle aydınlatılmıştır. Yapıyı saçak hizasında dolaşan palmet frizinin hemen altında bir üçgenler kuşağı yer alır. Dışarıdan çokgen bir çıkma yapan mihrabın hemen arkasında, içinde bânisinin gömülü olduğu bir hazire yer alır. Caminin kuzeybatısındaki kesme taş minarenin, dikdörtgen kesitli kaidesinden petek kısmına, prizmatik üçgenlerle geçilmiştir. Silindir gövdeli ve şerefe korkulukları kesme taş olan minare, ahşap üzerine kurşun kaplı bir külah ile örtülmüştür.

Dört basamakla çıkılan kâgir son cemaat yerinden bir kapıyla harime geçilmektedir. Girişte, fevkâni mahfilin tam altında kalan iki bölüm sağ ve solda ahşap korkuluklarla ayrılmıştır. Harim, mahfilin altında kalan giriş bölümüne göre biraz daha yükseltilmiştir. İki basık paye, kuzeybatıdan bir merdivenle çıkılan fevkani mahfili taşır. Payelerle mahfilin birleştiği yeri mukarnaslı konsollar desteklemektedir. Mahfilin altı kalem işiyle bezenmiştir. Enine dikdörtgen harim, kenarları parhlanmış iki paye ile üçe ayrılmıştır. Payeler, zeminden belirli bir yüksekliğe kadar on iki köşeli yıldızlardan oluşan geometrik süslemeyle kaplıdır. Tavan, klasik üslupta kalem işi ile bezelidir. Mahfil seviyesinden başlayan siyah üzerine altın yaldızlı yazı kuşağı iki koldan mihrabın tepeliğine kadar dolaşır. Duvarlar, zeminden itibaren pencerelerin ortasına kadar mavi, yeşil fayanslarla kaplıdır. Caminin içi, klasik motifler kullanılarak Kütahya çinileriyle, pencereler ise kalem işleriyle süslenmiştir.

Avlusunda, aralarında ajurlu mermer şebekeler ve içbükey çeşme aynaları olan, sivri kemerli sütunların oluşturduğu çokgen planlı bir şadırvan bulunmaktadır. Şadırvan Mimar Sinan’ın eseridir. Bugün yerinde olmayan, fakat Mimar Sinan’ın tezkirelerinde adı geçen Kasımpaşa’daki, Sinan Paşa Camisi’nden getirtilmiştir. Fıskıyesi ise Oluklubayır Tekkesi’nden getirilmiştir.

Ağalar Cami   (Eminönü)
 Bugün Topkapı Sarayı olarak adlandırılan Saray-ı Cedîd’in üçüncü avlusunda bulunan Ağalar Cami, Hasoda’nın yanındadır.
 
 R.Ekrem Koçu, sarayın içindeki camilerin en büyüğü olan bu ibadet yerine Hünkâr Cami de denildiğini bildirmektedir. Burada İçoğlanları ve Enderun-ı Hümayun zülüflü ağaları namaz kıldıklarından, daha sonraları buraya Ağalar cami denilmiştir. Yapının kesin tarihi bilinmemekle beraber, Ağalar Camisi’nin duvar örgü tekniği Fatih Sultan Mehmet döneminden kaldığına işaret etmektedir. Kapılarından biri üstündeki 1136/1723-24 tarihli kitabeden ve duvar örgü tekniğindeki farktan, 18.Yüzyılda Seyyid Mehmed Ağa adlı bir kişi tarafından büyük ölçüde tamir ettirildiği anlaşılmaktadır.
 
 II.Mahmud döneminde, yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması kararının bu camide alındığı da söylenmektedir. Ağalar Cami, 1881’e kadar cami olarak kullanılmış, bundan sonra depo ve yemekhane olmuş ve üstünün kurşunları alınarak yıkılmaya bırakılmıştır. Topkapı Sarayı müzeye dönüştürüldükten sonra, 1925’ten itibaren kütüphane ve okuma salonu olarak restore edilmiş, sarayın çeşitli yerlerindeki yazma kitaplar burada toplanmış ve bunu anlatan 1928 tarihli bir kitabe güney tarafındaki kapısı üzerine konulmuştur.
 
 Ağalar Cami, dikdörtgen planlı, enlemesine uzanan bir yapıdır. Yanına kapısında 1136 tarihli kitabe olan mescit eklenmiştir. Cami ilk yaıldığında, üstünün kiremit kaplı bir ahşap çatı ile örtülü olduğu ancak, 18.Yüzyılın ortalarında şimdi görülen beşik tonozun inşa edildiği, bunun sonuncu elemanın Türk klasik dönem mimarisine ters düşmesinden anlaşılır. Üstünde daha önce bir kubbe olduğu yolundaki görüş pek inandırıcı değildir. Ağalar Cami taş ve tuğla dizileri halinde yapılmış, yuvarlak kemerli alt sıra pencereleri bu biçimlerini 18.Yüzyılda almıştır.
 
 Ağalar camisi’nin yanında bugün okuma salonu olan mescidin duvarları çinilerle kaplanmıştır. Mescit ile esas cami arasında kalan ve ancak Altınyol’dan ulaşılan mekan ise hareme mahsus namaz yeri idi.
 
 
 Ahi Çelebi Cami   (Eminönü)

Eminönü’nde, Haliç kıyısında, Zindan Hanı’nın batısında ve Yoğurtçular Sokağı ile Değirmen Sokağı’nın kesiştiği köşede yer almaktadır.

Caminin inşa kitabesi bulunmamaktadır.Ancak bazı söylentilere dayanılarak kapı üzerine 1500 tarihi konulmuştur. Yapıldığı yıl kesin olarak belli değildir. Yaptıran ise Âhi Çelebi Mehmed bin Tabib Kemal Ahî Can Tebrizî’dir. Vakfiyelerde de “Merhum Ahî Çelebi bin Kemalü’l-Tabib olarak geçmektedir. Fatih, II.Bayezid, Yavuz Selim ve Kanuni devirlerinde yaşamıştır. Önce Candaroğulları hizmetindeyken, daha sonraları İstanbul’a gelerek Mahmutpaşa semtinde bir dükkânda tabiblik yapmıştır. İlk bilgilerini babasından alan Ahî Çelebi, fatih Darüşşifası’na hekimbaşı olmuştur.Mısır’da ölmüş ve İmam Şafii Türbesi’ne gömülmüştür. Böbrek ve mesane taşları üzerine kaleme aldığı telifi ve tıbba ait bazı eserleri bilinmektedir.

Ahi Çelebi Camii, Kanlıfırın Mescidi ve Yemişçiler Camii adlarıyla da anılmaktadır. Ayvansarayî’nin Hadikatü’l-Cevâmi’de verdiği bilgiye göre, 15.yüzyılda Ahi çelebi Tabib Kemal tarafından yaptırılmıştır. Yemiş İskelesi’nde çıkan yangınlarda iki defa
yanmış; ilki 1539, ikincisi ise 1653’tedir. İkinci yangından sonra Mimar Sinan tarafından tamir edildiği için Tezkiretü’l-Enbiye’de Onun eserleri arasında adı geçmektedir. 1894 depreminde de hayli zarar görmüş ve onarım geçirmiştir. Ahi Çelebi, İstanbul’un en eski camilerinden biri olup, bugün harap durumda ve mimari açıdan pek fazla bir özelliği bulunmamaktadır. Evliya Çelebi’nin ünlü seyahat rüyasını gördüğü cami olması nedeniyle İstanbul folklorunda önemli bir yer tutmaktadır.

Evliya Çelebi’nin ünlü rüyası:
1040 yılı Muharremi’nin aşura gecesi (19 Ağustos 1630), İstanbul’daki evinde bir ara dalıveren Evliya Çelebi, eskilerin deyimiyle “beyne’n-nevm ve’l-yakaza”, yani uykuyla uyanıklık arasında bir rüya görür. Yemiş İskelesi yakınında helâl mal ile yapılmış eski bir cami olan Ahi Çelebi Camii’nde, minberin dibinde oturmaktadır. Birden kapı açılır ve camiin içi nurdan bir cemaatle doluverir. Hayret ve hayranlık içinde olup biteni seyreden Evliya, gelip yanına oturan zata kim olduğunu sorar.
Aldığı cevap heyecan vericidir:
“Aşere-i Mübeşşere’den okçuların pîri Sa’d ibni Ebi Vakkas!”
Peki, camiyi nura boğan cemaat? Okçular pîrinin anlattığına göre, ön saftakiler peygamberlerin, arka saftakiler evliyanın ruhlarıdır. Ashabın, muhacirînin ve bütün Kerbelâ şehitlerinin ruhları da hep orada. Mihrabın sağında oturan Hz. Ebubekir ve Ömer, solundaki Hz. Osman ve Ali’dir. Mihrabın önündeki de Hz. Üveysü’l-Karâni. Müezzinlerin, dolayısıyla Evliya Çelebi’nin piri olan Bilâl-i Habeşi, camiin solunda duvar dibinde oturmaktadır. Ve işte şimdi içeri kanlı esvaplarıyla girenler de Hazreti Hamza ve cümle şehitlerin ruhları!
Sa’d ibni Ebu Vakkas, Evliya’nın “Yâ sultanım, bu cemaatin bu camide cem’ olmalarının aslı
nedir?” sorusunu da şöyle cevaplandırır:
“Azak câniblerinde cüyûş-ı muvahhidînden Tatar-ı sabâ-reftâr askeri muzdaribü’l-hâl olmağla
Hazret’in himâyesinde olan bu İslambol’a gelüp andan Tatar Han’a imdâda gideriz; şimdi
Hazret-i Risâlet dahi İmam Hasan ve İmam Hüseyin ve on iki imamlar ve bizden gayri Aşere-i Mübeşşere ile gelüp sabah namâzının sünnetin eda idüp sana kamet eyle diyü işaret buyururlar; sen dahi savt-ı a’lâ ile ikamet-i tekbîr idüp ba’de’s-selâm Ayetü’l-kürsî’yi tilâvet eyle, Bilâl Sübhanallah desin, sen Elhamdülillah, Bilâl Allahü ekber desin, sen âmin âmin de. Ve cümle cemaat ale’l-umûm tevhîd ederiz, Ba’dehu sen Ve salli ala cemîi’l-enbiyâ ve’l-mürselîn ve’l-hamdüli’llâhi rabbi’l-âlemîn diyüp kalk, heman mihrabda Hazret-i Risâlet otururken dest-i şerîfin bûs idüp ‘Şefâat ya Resûlallah’ deyüp recâ eyle!”
“Seyahat ya Resulallah!”
Tam o sırada camiin kapısında bir nur şimşek gibi çakar ve her yer “nûrün alâ nûr” olur. Bütün cemaat ayağa kalkmıştır; Peygamberimiz, sağında İmam Hasan, solunda İmam Hüseyin olduğu halde kapıda belirir. Yüzünde al şaldan bir örtü, elinde bir asâ vardır ve kılıcını kuşanmıştır. “Bismillah” diyerek mübarek sağ ayağını içeri atıp nikabını açar ve selâm verir:
“Esselâmü aleyküm yâ ümmetî!”
Camidekiler hep bir ağızdan selâmı alırlar. Resulullah mihraba geçip sabah namazının sünnetini kılarken Evliya dehşet içinde tir tir titremekte, bu arada Peygamber’in eşkalini dikkatle incelemektedir. Evet, aynen Hilye-i Hâkanî’de yazdığı gibidir: Destârı on iki kolanlı beyaz şal, gerdanında sarı sof şal, ayaklarında sarı çizmeler...
Peygamber sünneti kılıp selâm verdikten sonra sağ eliyle dizine vurarak Evliya’ya “İkamet eyle!” buyurur. Evliya, segâh makamında “ikamet ve tekbir” eder. Resulullah aynı makamda hazin bir sesle Fâtiha’yı okuyarak ruhlar cemaatine sabah namazını kıldırır. Selâmdan sonra Evliya, Sa’d ibni Ebi Vakkas’ın tarifine göre Bilâl-i Habeşî ile müselsel müezzinlik yapar. Resulullah mihrapta yanık bir sesle Yâsin-i Şerif okuduktan sonra ayağa kalkınca Sa’d ibni Ebi Vakkas, Evliya’yı elinden tutup huzura götürür ve der ki:
“Âşık-ı sâdıkın ve ümmet-i müştâkın Evliya kulun şefaat rica eder!”
Ve ardından Evliya’ya döner:
“Mübarek dest-i şeriflerini bûs eyle!”
Evliya büyük bir heyecan içindedir; ağlayarak Peygamber’in elini öper ve “şefaat”
diyecek yerde,
“Seyahat ve Resulallah!” deyiverir.
Bu dil sürçmesi Resulullah’ın çok hoşuna gitmiştir; tebessüm ederek:
“Şefaat ettim, sıhhat ve selâmetle seyahat eyle! Fâtiha!” buyurur.
Ruhlar Fâtiha okuduktan sonra, Evliya Çelebi hepsinin ellerini bir bir öpmeye başlar. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Hz. Peygamber’in pembe renkli eli gül gibi kokmaktadır ve sanki
kemiksizmiş gibi yumuşacıktır. Diğer peygamberlerin elleri ayva kokusundadır. Hz.
Ebubekir’in eli kavun, Ömer’inki anber, Osman’ınki menekşe, Ali’ninki yasemin, Hasan’ınki
karanfil, Hüseyin’inki beyaz gül.
Evliya camideki bütün ruhların ellerini öptükten sonra Hz. Peygamber tekrar “Fâtiha” der;
herkes yüksek sesle “seb’al-mesânî”yi okur ve “Esselâmü aleyküm eyâ ihvânûn” diyerek
camiden çıkar; sahabeler de Evliya’ya hayır dualar ederek onu takip ederler. Sadece Sa’d ibni
Ebi Vakkas durur ve belinden sadağını çıkarıp Evliya Çelebi’nin beline kuşattıktan sonra şu öğütleri verir:
“Yürü sehm ü kavs ile gazâ eyle ve Allah’ın hıfz-ı emânında ol ve müjde olsun sana bu meclisde ne kadar ervâh ile görüşüp dest-i şerîflerin bûs itdinse cümlesini ziyaret itmek müyesser olup seyyâh-ı âlem ve ferîd-i âdem olursun. Amma geşt ü güzer itdiğin memâlik-i mahrûsaları ve kılâ-i büldanları ve âsâr-ı acîbe ve garîbeleri ve her diyarın memdûhât, sanâyiât, me’kûlât ve meşrûbâtını ve arz-ı beledi ve tul-ı neharların tahrir idüp bu seyr-i garîbe ile ve benim silâhımla amel idüp dünyâ ve âhiret oğlum ol, tarîk-i hakkı elden koma gıll u gışdan beri ol, nân u nemek hakkın gözle, yâr-ı sâdık ol, yaramazlarla yâr olma, iyilerden iyilik öğren!”
Bu öğütleri verdikten sonra Sa’d ibni Ebi Vakkas da Ahi Çelebi Camii’nden çıkıp gider.
“Önce bizim İstanbulcuğumuzu yaz!”
Derin bir inşirah ve büyük bir mutluluk içinde uyanan Evliya Çelebi, abdest alıp fecir namazını kıldıktan sonra Kasımpaşa’ya gider ve rüya tabircisi İbrahim Efendi’ye güzel rüyasını en ufak ayrıntıyı bile kaçırmadan anlatır. İbrahim Efendi’ye göre, Evliya seyyah olup bütün dünyayı dolaşacak ve öteki dünyada Resulullah’ın şefaatine nâil olacaktır. Bu tabirle yetinmeyen Evliya Çelebi,
Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’nin tabirini de merak eder ve huzuruna varır.
Dede’nin tabiri daha gönül ferahlatıcıdır:
“On iki imamın ellerini öpmüşsün, dünyada azim sahibi ve başarılı olacaksın! Aşere-i
Mübeşşere’nin ellerini öpmüşsün, cennete gireceksin! Çâr-yâr-ı güzînin ellerini öpmüşsün,
dünyada bütün padişahların dostu olacak, sohbetlerinde bulunacaksın. Hazreti Resul’ün yüzünü
görüp mübarek ellerini öpmüş, hayır dualarını almışsın, iki dünyada saadete ereceksin. İmdi,
Sa’d Vakkas’ın nasihati üzere önce bizim İstanbulcuğumuzu yazmaya başla, yürü işin rast gele,
el fâtiha!”

Caminin bilinmeyen vakfiyesi953/1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde özet olarak verilmiştir.Vakfiyede Meyve Kapısı haricinde gösterilen cami ve bâninin Edirne’de bir hamam, Trakya’da sekiz köy, mezralar vakfedilmiştir.Ayrıca Ahî Çelebi’nin oğlu Ruhullah Çelebi’nin kızı Ayşe Hatun da 934/1528’de 10.000 akçe nakit ve yıllık 1.250 akçelik bir meblağı vakfa ilave etmiştir.

Cami, tuğladan dört sivri kemer üzerine oturtulmuş, oldukça basık tek kubbelidir. Son cemaat yeri altı kubbelidir. Kubbeyi taşıyan sivri kemerlerin sağ ve sol üstlerinde sivri kemerli pencere izleri çıkmıştır. Binanın kare şeklindeki kubbe kasnağı çepeçevre bir demirle çevrilmiştir. Yanlara doğru ikişer payandanın da sonradan ilave edildiği anlaşılmaktadır. Büyük kemer içlerinde sağ ve solda dörderi kıble duvarında üç, mihrap duvarında ise iki üst pencere mevcuttur. Minare sağda yer almaktadır. İçerideki kapısı yüksekte olduğundan bir merdivenle ulaşılmaktadır.Minare kaidesi de bu geçide olanak vermek amacıyla dışarıdan kıbleye doğru uzatılmıştır. Son cemaat yerinde minare tarafındaki duvardan bir kapı açılarak eklenti olan ilave binalara geçiş sağlanmıştır. Caminin cümle kapısı son derece basittir. Mihrabı mermer plaklarla kaplanarak yenilenmiştir. Sağdaki ilave yapı üzerinde bulunan çeşmenin kitabesi 1281/1864 tarihlidir. Binanın mimari açıdan önemi olmamakla birlikte, tarih açısından önemli bir yeri vardır.

Kaynak : http://www.restorasyonforum.com

Restorasyon:
Ahmed Ağa Cami   (Üsküdar)

Bağlarbaşı’ndan Selimiye Üsküdar yönüne giden Tunusbağı Caddesi üzerinde, Karacaahmet Türbesi’nin karşısında, Karacaahmet Mezarlığı’na bitişiktir.

Caminin kuzeybatı köşesinde, imam odası ile pencere arasında on dört satırlık manzum kitabe yapının, üzengi ağalarından Rodoslu Hacı Hafız Ahmed Ağa tarafından ahşap olarak yaptırıldığını, daha sonra da oğlu Tophane Müşiri Fethi Ahmed Paşa tarafından 1272/1857’de yeniden inşa ettirildiğini belgelemektedir.

Yapı kâgir ve ahşap çatılıdır. Basık kemerli, uzun dikdörtgen pencerelerle aydınlanan caminin, türbeye bakan cephesinin altında dükkânlar bulunmaktadır. Kuzeydoğu köşesi, kitabeye kadar uzanan mermer bir sütunla yumuşatılmıştır. Ana mekâna, merdivenlerle minare kaidesinin yola ve mezarlığa bakan yönlerinden girilmektedir. İç mekân birçok değişikliğe uğramış ve tarihi özelliğini kaybetmiştir. Tavanı ahşap kirişli, mihrap ve minberi basit ahşaptan yapılmıştır.

Kuzeydoğu köşesinde yer alan minaresinin dikdörtgen kesitli kaidesi yapı kitlesinin içerisine dahildir. Sıvalı minaresi kurşun kaplı bir külahla örtülüdür.

 
 Ali Kethüda Cami   (Sarıyer)

Sarıyer'de Yenimahalle caddesi üzerindedir.II. Mustafa zamanında (1695-1703) sadrazam kethüdası olan Ali Efendi tarafından yaptırılmıştır. Hadikatü’l Cevamî’de 1720-1721’de Nevşehirli İbrahim Paşa’nın kethüdası Mehmet Ağa tarafından tamir ettirildiği ve bu sırada bir minare eklendiği yazılıdır. Yapının 19.Yüzyılın ortalarında yenilendiği mimari özelliklerinden anlaşılmaktadır. İlk yapıldığında, deniz kıyısında yer aldığı, zamanla kıyının doldurulması sonucu biraz daha içeride kaldığı tesbit edilmiştir. Nitekim deniz yönünde kayıkhanelerin bulunduğu, kaynaklardan anlaşılmaktadır.

Kıble doğrultusunda gelişmiş, derinliğine dikdörtgen bir alana yayılan yapı, kâgir duvarlı ve ahşap çatı ile örtülüdür. Bir bodrum katı üzerine oturtulan caminin, kapalı bir son cemaat yeri ve harimi bulunmaktadır. Cümle kapısı kuzeyde, mihrap ekseni üzerindedir. Ana mekân, sekizgen kesitli, pilastr başlıklı yedişer ahşap sütunla derinliğine üç nefe ayrılmıştır. Sütunlar kuzey, doğu ve batı duvarları boyunca mihrap duvarına kadar uzanan fevkani mahfili taşırlar. Mahfilin, kuzey kanadında , mihrabın karşısına gelen kısmı yarım daire bir çıkma yapmaktadır. Aşağıdakilerle aynı hizada olan ahşap sütunlar çatıyı desteklemektedir. Üst katta batı yönündeki pencerelerden beş tanesi kapı olarak kullanılmakta, bu açıklıklardan son yıllarda yapıya eklenen kadınlar bölümüne geçilmektedir.Kuzeydeki ana girişten başka, doğu duvarında bir yan giriş bulunmaktadır. Duvarlar dışardan, kesme taş örgüsüne benzer şekilde taraklı mozaikle kaplıdır. Bütün cephelerde iki sıra halinde, dikdörtgen açıklıklı ve kesme taş söveli pencereler sıralanmaktadır.Gerek pencere söveleri gerekse de aynı özellikleri gösteren cümle kapısı söveleri pilastr şeklinde yontulmuştur. Yalnızca ana girişin üstünde daire şeklinde bir pencere açılmıştır.

Harimin tavanı, boydan boya, ince ve kalın çıtalarla yapılmış, sivri uçlarında iç içe geçen baklava şekilleriyle düzenlenmiştir. Bu düzenleme yer yer kare çerçeveler içine alınmış, çiçek süslemeleri ile renklendirilmiştir. Mihrap beyaz ve siyah mermerle üslupsuz bir şekilde yenilenmiştir. Ahşap minberin kapısında ve köşk kısmının sütunlarında, II.Mahmud devrinden itibaren yaygınlaşan çubuklu süslemeler bulunmaktadır. Minberin köşk kısmının üzerinde, sekizgen prizma biçiminde bir kasnağa oturan piramit şeklinde bir külah bulunmaktadır.

Kuzeybatı köşesindeki minarenin, yapı kitlesi içine gömülü kaidesinin kuzey yüzünde, diğer pencerelerle aynı boyutta üst üste iki sağır pencere vardır. Kesme taştan inşa edilmiş, silindir gövdeli minare, birçok geç devir örneğinde olduğu gibi, yine kesme taştan, soğan kubbe biçiminde bir külahla son bulmaktadır. Caminin kuzeydoğu köşesinde, basık bir kitle halinde abdest mekânları yer almaktadır.

Ali Paşa Cami   (Eminönü)

Beyazıt’da, Fuat Paşa Caddesi ile Mercan Caddesi’nin kavşağında, İstanbul Üniversitesi Merkez Binası bahçesinin güneydoğu kapısının karşısında yer almaktadır.

Yapı Ağa Mescidi ve Yakup Ağa Cami olarak de tanınmaktadır. Saray Ağası Yakup Ağa’nın 954/1547’de ölümünden önce, Eski Saray’dan kalkan cenazelerin namazlarının kılınması için yaptırdığı mescidin yanması üzerine, Sultan Abdülaziz dönemi sadrazamlarından Âli Paşa (1815-1871) tarafından 1286/1869’da yaptırılmıştır.

Yapının mimarı İtalyan Boriori’dir. Kitabe üzerinde, beyzi bir madalyon içinde Sultan Abdülaziz’in tuğrası yer almaktadır. 1912 Mercan Yangını’nda hasar gören yapı, otuz yedi yıl harap durumda kaldıktan sonra 1949-1953 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, Âli Paşa dönemindeki üslubuna uygun olarak restore edilmiş ve ibadete açılmıştır.

Eklektik üsluptaki bu yapı, altındaki dükkanları, köşesindeki sebili ve sekizgen prizma biçimindeki kitlesi ile dikkat çekicidir. Dıştan sekizgen olan şema, içte yuvarlatılmış ve üstü kubbeyle örtülmüştür. Alttan, dönen bir merdivenle çıkılan kapalı son cemaat yerinden yine aynı türde bir merdivenle mahfile çıkılmaktadır. Bu merdivenin altında da bir kapıyla çokgen gövdeli, kırık piramidal külahlı, gövdesi üzerinde madeni aydınlatma şebekeleri bulunan minareye geçilir. Şerefe, uçlarında sarkıtları bulunan konsollara oturtulmuş olup, korkulukları yine şebekeli madeni levhalardan meydana gelmektedir.

Caninin yapıldığı arazinin konumu nedeniyle, ana eksende olmayan son cemaat yeri Fuat Paşa Caddesi’ne bakan giriş cephesi üzerindeki yarım altıgen planlı ve her kenarında dilimli kemerlere sahip bir pencere ile aydınlatılan bir çıkma bulunmaktadır. Bu çıkma, yapının bu kesimine sivil mimari özelliği katmaktadır. Cami caddelere bakan cephelerindeki pencerelerle aydınlatılmıştır. Bu pencerelerden doğrudan ana mekâna açılan üç tanesi oldukça yüksek tutulmuş olup, yuvarlak kemerlerle donatılmıştır. Kemerlerin üzengi hizalarına üçgen çıkıntılar konulmak suretiyle at nalı kemer havası verilmiştir. Bu pencerelerin üzerinde, içeriden alçı vitraylar, dışarıdan Mühr-i Süleyman biçiminde şebekelerle donatılmış birer yuvarlak tepe penceresi yer almaktadır. Yapının mihrabı çokgen çıkıntısı ile cephede vurgulanmıştır.

Cami, iç süslemesinin bugünkü sadeliğine karşın, dıştan çok hareketli bir görünüme sahiptir. Yapının saçak silmesi klasik oranlardan uzaklaşmış mukarnaslardan oluşmaktadır. Ana kitlede, saçağın üst bölümünde, her cephede dilimli kemer şeklinde biçimlendirilmiş, içi rumîleri hatırlatan stilize bitki motifleri ile dolgulu alınlıklar, cephelerin köşelerinde birer palmet oluşturmakta ve böylece yapıyı bir taç gibi sarmaktadır. Harime açılan yuvarlak kemerli pencerelerin iki yanı, üzengi hizasına kadar bir sıra altıgen kesme taşla hareketlendirilmiş, altıgenlerin birleşme noktalarında oluşan boşluklar kırmızı ve yeşil taş kakmalarla doldurulmuştur.

Dükkanlar ve sebilin yer aldığı zemin kat ile caminin bulunduğu birinci katın arası, küçük konsollardan oluşan bir kuşakla belirtilmiştir. Günümüzde namaza tahsis edilmiş olan ancak gerçek işlevi tam olarak anlaşılamayan zemin katta, basık kemerli pencereler yer almaktadır.
 Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Cami   (Zeytinburnu)

Topkapı’da, sur dışında, eski Edirne yolu üzerindedir. Arakiyeci İbrahim Ağa, Takkeci İbrahim Çavuş, Takkeci Cami olarak da anılmaktadır.

Kitabesinde de belirtildiği gibi, camiyi yaptıran İbrahim Çavuş’tur ve inşa tarihi 1000/1591-92’dir. Cami, mektep ve sebilden meydana gelmiştir. Taş levha ve iri dikmelerle inşa edilmiş bir duvarla çevrelenmiş, üç kapılı geniş bir avlu içerisindedir. Doğu tarafındaki Takkeci Sokağı’nda İbrahim Ağa’nın bir diğer sebili, kendinin ve oğlu Halil Çavuş’un kabirleri bulunmaktadır.Avlunun kuzeydoğu köşesinde ve diğer taraftaki sebilin karşısında Derviş Paşa’nın 1235/1819 tarihli çukur çeşmesi bulunmaktadır. Haziredeki 1173/1759 tarihli Takkeci İbrahim Cami Şeyhi Ali Efendi’nin kabir taşından ve Hadaika’daki ifadeden caminin aynı zamanda vakfiye gereğince Halveti tekkesi olarak da kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Cami, 1236/1830’da onarım görmüştür.1985’te Vakıflar İdaresi’nin yaptırdığı çalışmalarda da mahfil tavan ve dikme ve kemerlerinde orijinal altın yaldızlı nakışlar bulunmuştur.

Cami 1,15 m. kalınlığında, kaba kesme taş ve iki sıra tuğla ile yapılmıştır. Çatılı ancak, içeriden 5,50 m çapında ahşap kubbelidir.Caminin iç ölçüleri 11,70x11,25 m’dir. 7,75 m. Derinliğinde iki sıralı ahşap direk üzerinde, geniş saçaklı son cemaat yeri “U” şeklinde binayı çevrelemektedir. Ön ve yan saçak alınları üçgen biçimindedir. Sağda bulunan minare kaidesinin bir eşi de solda yapılarak denge kurulmuştur. Buradan, dışarıdan ve içeriden mahfile çıkılmaktadır. Minare kesme taştan, çok kenarlı bir gövdeye sahip, şerefe altı stalaktitlidir. Bütünü ile orjinaldir. Mahfile minareden de çıkılmaktadır. Son cemaat duvarındaki cümle kapısı sade silmeli çerçeve içinde, iki sıra bademle tezyin edilmiştir. Caminin kitabesi makaralı kapı üzerinde, üç satır halindedir. Türkçe olarak kartuşlar içine girift bir celi sülüsle yazılmıştır. Ahşap cümle kapısı orijinaldir ve kündekâri tekniği ile yapılmıştır. Cümle kapısı sağ ve solunda ikişer alt ve üst pencere bulunmaktadır. Alt pencereler arasında iki adet üstü dilimli ve köşeleri malakâri ile süslenmiş mihrap bulunmaktadır. Son cemaat yerindeki alt pencerelerin kemer aynalarında mermerden celi sülüsle Fatiha, İhlas, Felak ve Nas sureleri kabartma olarak yazılmıştır.Caminin sağ duvarında, minare yanında ikinci bir kapı vardır. Cami on dört alt ve on dört üst pencereye sahiptir. Üst pencereler sivri kemerli ve basit müzeyyen alçılıdır. Mihrap üzerindeki müzeyyen pencerede besmele yazısı vardır. Pencere ahşap kanatlarının bazıları günümüze kadar gelebilmiştir. Mihrap duvarındaki pencerelerin kemer aynalarında son cemaat pencerelerindeki gibi celi sülüs yazılar bulunmaktadır. Diğerlerinde ise çini panolar yer almıştır. Dokuz ahşap direk üstündeki mahfil “U” şeklindeki camiyi sağ ve sol duvar ortalarına kadar sarmaktadır. Yan duvarların mahfil altına isabet eden iki pencere arasında karşılıklı olarak birer kitabesi bulunmaktadır.

Takkeci İbrahim Ağa Camisi’nin ünü ise, içerisindeki çinilerden dolayıdır. 16.Yüzyılın en güzel İznik işi çini örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar kaplanmıştır. Nar çiçeği kırmızısı, parlak camgöbeği, yeşil, lacivert renkler rumî ve hatayî desenler kullanılmıştır. Pencere aralarında vazo ve çiçek buketleri ile bezenmiş panoların, kemer köşelikleri ve içleri zengin motiflerle süslenmiştir. Mihrabın alçı mukarnasları hariç, tamamı çini ile kaplanmıştır ve mihrap ayeti de çiniyle yazılmıştır. Bununla birlikta bazı duvarlarda taklit çiniler de kullanılmıştır. Bazı panolar tamamen sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniği ile yapılmış yenileri konmuştur. Bunlardan bazılarının Gülbenkyan tarafından Lizbon’daki Salazar Müzesi’ne hediye edildiği bilinmektedir.

Caminin mermer minberi, şebekeli korkuluğu, kafesli yanlıkları ve sade silmeleri ile devrinin güzel ve nisbetli bir eseridir. Ahşap kubbe yaldızlı çatı ile dilimlenmiş, eteklerindeki mukarnasları altın yaldızlı iki sıra badem ve yapraklarla tezyin edilmiştir. Kubbe göbeğinde yuvarlak içinde tekrarlanan bir ayet bulunmaktadır.

Caminin avlusunun kıble tarafındaki kapının sağına bitişik üstü açık bir sebil, su kuyusu ve haznesi ayrıca da bir mektep binası bulunmaktadır. Mektep, tek katlı ve çatılıdır. Sebil ve mektebe giriş takkeci Cami Sokağı’ndan ayrı bir kapı iledir. Mektebe bitişik olan sebilin avluya bakan penceresi yanında büyük bir kitabesi bulunmaktadır. Kitabe dokuz satır olarak celi sülüsle caminin kitabesini de yazan Nûşî tarafından yazılmıştır. 1002/1593-94 tarihini taşımaktadır.

Caminin doğusunda Takkeci Cami Sokağı’nın öbür tarafında, köşe başında İbrahim Ağa’nın diğer sebili ve kendisi ile oğlunun kabirleri bulunmaktadır. Sebil, köşede her iki sokağa karşı ikişer pencerelidir. 4,10x4,50 m. Ölçülerinde taş söve ve başlıklardan yapılmıştır. İlk yapıldığında üstü diğer sebil gibi açık olduğu sanılan yapının bugün üstünde çinko kaplı bir ahşap kat bulunmaktadır. Sebilin eski Edirne yolu üzerindeki cephesinde içerideki su haznesine bağlı bir çeşmesi vardır. Bu çeşme üzerinde üç beyitlik mermerden Türkçe kitabede İbrahim Ağa’nın adı ve 986/1578 tarihi yazılıdır. Sebilin diğer köşesinde pencere üst başlığındaki diğer mermer kitabede su ayeti ve bir hadis bulunmaktadır. Sebilin arkasında bulunan bahçedeki yüksek sanduka büyük olasılıkla Takkeci İbrahim Ağa’nın kabridir. Dört yanında gülçeler bulunan ve sekiz köşeli baş ve ayak taşlarında Arapça ve Türkçe kitabelerde bu hayratın sahibi olan zatın 1004/1595-96 da vefat ettiği yazıldır. Yanındaki daha küçük olan ve örfi kavuklu taşıyla dikkati çeken kabir ise oğluna aittir. Kitabesinde Türkçe olarak İbrahim Ağa’nın oğlu Halil Çavuş’un 995/1587’de vefat ettiği yazılıdır.


Arap Cami    (Beyoğlu)

 Tersane Caddesi, Galata Mahkemesi Sokağı’nda ve Haliç’in Galata yakasındaki en büyük camidir. Bu caminin İstanbul’u kuşatan Araplar tarafından yaptırıldığına dair bir söylence vardır. Ama bu tarihsel verilerle çatışmaktadır. İstanbul fethedildiğinde burada bir kilise bulunmaktaydı. Bu kilise Fatih Sultan Mehmed tarafından Galata Camii adıyla 1475 yılında camiye dönüştürülmüştür. Eski kilise, doğrudan doğruya Fatih vakıflarından biri olarak cami yapılmıştır. 1492’deİspanya’dan göçe zorlanan Endülüs Araplarının bu cami etrafına yerleştirildikten sonra Arap Camii ismini almıştır.

Arap Cami, III.Mehmed döneminde (1595-1603) bir onarım gördükten sonra, 1731’deki Galata yangınının arkasından 1147/1734’te Galata’nın bu bölgesinde hayır eserleri yaptıran I.Mahmud’un (1730-1754) annesi Saliha Sultan tarafından büyük ölçüde restore edilmiş ve bir de şadırvan eklenmiştir. Cami, 1807’de bir yangın geçirmişse de hemen onarılmıştır. Bu onarımla birlikte Divan-ı Hümayun kâtiplerinden Hacı Emin Efendi tarafından binanın manzum bir tarihçesi yazılarak taşa işlenmiş ve mihrabın sağındaki duvara konulmuştur. Bu manzumede caminin esasının Mesleme bin Abdülmelik’e dayandığı da anlatılmıştır.

Arap Camisi’nin büyük ölçüdeki onarımı 1285/1868’de II.Mahmud’un kızı Âdile Sultan ile kocası Mehmed Ali Paşa tarafından yapılmıştır. Bu sırada avlunun altına bir sarnıç ile, bugün görülen şadırvan da inşa edilmiştir. Balkan Savaş’ından bir süre önce cami tekrar onarıma alınmış, bütün çatısı açılmış ve 1913’te yapılan bu onarımla büyük değişikliğe uğramıştır. Bu sırada ahşap döşemenin altından çok sayıda kitabeli ve armalı mezar taşları çıkmış, bunlar Arkeoloji Müzesi’ne konulmuştur. Ayrıca binanın doğu kısmında Bizans üslubunda bazı fresko resimlere de rastlanmış, çok sayıda Bizans korkuluk levhaları bulunmuştur. Giritli Hasan Bey adında bir kişinin kontrolünde yapılan bu onarımda, avlu tarafındaki cephe ileriye alınmış, Arap Mimari üslubunu taklit eden yeni bir son cemaat yeri ilave edilmiş, mahfiller, ahşap direkler üzerine yeniden inşa edilmiştir. Mihrabın yanındaki hücrenin Mesleme’nin Çilehanesi olarak düzenlenmesi ve kaldırılan hünkâr mahfili merdiveninin yerinde, rüya ile keşfedildiği söylenen Arap baba merkadinin yapılması yakın tarihlerdedir. Son yıllarda kilisenin çan kulesi olan, çok değişik biçimli minaresi küçük bir onarım görmüştür. Bu minarenin Şam’daki Emeviye Cami minarelerine çok benzemesi de camiyi Araplara bağlayan söylenceyi desteklemektedir.

Arap Cami dikdörtgen planlı ve gotik üslupta bir yapıdır. Minareye yakın duvarda esasları gotik kemerli bir iki pencerenin izleri görülebilir. Dominiken kiliselerinin kuleleri biçiminde olan kare kesitli minarenin de altında gotik sivri kemerli bir dehliz, avluya geçilmesini sağlar. Kulenin üçüz pencereleri örülerek mazgal biçimine dönüştürülmüştür. Caminin içinde mihrap bölümünde gotik mimarisinin en başta gelen özelliği olan kaburgalı tonozlar görülmektedir. Mihrap ve hünkar mahfili ile yan kapıların röveleri, barok üsluptadır ve büyük ihtimalle 1734-35’te Saliha Sultan tarafından yapılan onarım dönemine aittir.
 Asariye Cami   (Beşiktaş)
 Beşiktaş’ta Yıldız Mahallesi’nde Asariye Caddesi ile Asariye Çıkmazı’nın kesiştikleri köşede yer almaktadır.

Aynı yerde daha eski tarihli bir caminin bulunduğu bilinmekle birlikte, kaynaklarda söz konusu yapının inşa tarihi ve yaptıranı hakkında farklı görüşler yer almaktadır. Bugünkü yapı II.Mahmud tarafından, büyük olasılıkla hükümdarlığının (1808-1839) sonlarına doğru yaptırılmıştır. Caminin ta’lik hatlı mermer kitabesi kırık olduğundan tarihi tesbit edilememiştir. Bu kırık kitabe, bugün cami bahçesinin kuzeydoğu köşesinde durmaktadır.

Daire planlı ve kâgir olan yapıya, geç dönem özelliği olarak, dış görünüşüne egemen olan ve kuzeybatı köşesinde dikdörtgen bir çıkma yapan ahşap hünkâr kasrı eklenmiştir. Hünkâe kasrı çıkmasını taşıyan, iki mermer sütunun arasına, daha sonra iki adet kare kesitli ahşap sütun yerleştirilmiştir. Ana mekân, yüksek ve yuvarlak bir kasnağa oturan, içeriden sıvalı, dışarıdan kurşun kaplı bağdadi bir kubbe ile örtülmüştür. Kâgir duvarlarda iki sıra halinde dikdörtgen açıklıklı pencereler yer almakta, alttakiler, II.Mahmud döneminde sıkça görülen, baklava taksimatlı ve pullu şebekelerle donatılmış bulunmaktadır. Harimin cümle kapısı kuzeyde, mihrap ekseninde yer almakta ve kapalı son cemaat yerine açılmaktadır. Daire planlı ana mekân, alışılmış cami tiplerinden farklıdır. Pencere aralarındaki sekiz çift bağdadi pilastr, kubbe eteğine kadar devam etmektedir.

Eteğinde geniş bir silmenin dolaştığı kubbenin iç yüzeyi kartonpiyer tekniğinde yapılmış, ampir üslubunda süsleme grupları ile bezenmiştir. Merkezde, avizenin asılı olduğu yuvarlak madalyon şeklindeki göbek içinde, yapraklardan ve çiçeklerden oluşan sekiz kollu bir süsleme görülmektedir. Geri kalan yüzey, çift plastrların hizasında bulunan birer çift silme ile sekiz dilime ayrılmıştır. Silmeler arasında, kubbe merkezine doğru gittikçe daralan sekiz adet dikdörtgen bölüm içinde, yaprak dolgulu oval süsleme grupları yer alır. Bu dilimlerin eteğinde çelenk motifleri, merkeze bağlanan kısımlarında ise perde motifleri bulunmaktadır.Aynı perde motifleri mihrabın üzerinde de görülür. İki yandan ahşap pilastralarla sınırlanan mihrabın yanlarında, ampir üslubu ile uyumlu, cami ile yaşıt pirinç şamdan durmaktadır. Ahşap minber, iki tarafındaki plastralar ve eğri çizgilerden oluşan tepeliği ile aynı üslubun egemenliğini vurgulamaktadır.

Caminin kuzeybatı köşesinde, hünkâr kasrı çıkmasının altındaki kapıdan, hünkâr kasrının zemin kat sofasına girilir. Güney yönünde bir odanın bulunduğu bu sofadan merdivenle üst kata çıkılır. Hünkâr mahfili ile bağlantılı üst kat, bir sofa, iç içe iki oda ve bir abdestlikten oluşmuştur. Harim yönünde dışbükey bir çıkma yapan hünkar mahfili ahşap karkaslı, ajurlu madeni şebekelerle kapatılmıştır. Karkasın üzerinde, marköteri tekniğinde, II.Mahmud döneminde çok sık görülen çubuk biçiminde ve oval kakmalar bulunmaktadır. Son cemaat yerinin üstünde büyük bir mahfil, kuzeydoğu köşesinde ise hünkâr mahfilinin simetriği olan ve aynı biçimde bir çıkma ile donatılmış ancak şebekesiz müezzin mahfili bulunmaktadır.

Caminin kuzeydoğu köşesinde kesme taş minarenin kare kaidesi gövdeye kadar yükselmektedir. Pabuç kısmı olmaksızın kalın bir simitle başlayan silindir gövdeli minarenin şerefesinin altına madeni akantus yaprakları aplike edilmiştir. Sekizgen yıldızlarla süslü şerefe korkuluklarının alt kısmına girland kabartmaları yerleştirilmiştir. Çıkmaz sokağın kuzeyinde, eskiden şadırvanın olduğu yerde halen tuvaletler ve abdest alma mekânı bulunmaktadır.


Aşçıbaşı Cami   (Eyüp)

Eyüp, Nişancı Mustafapaşa Mahallesi’nde Aşhane Sokağı ile Aşçıbaşı Cami Sokağı’nın kesiştiği köşede yer almaktadır.

Ayvansarayî’ye göre, yapıyı yaptıranın Aşçıbaşı Mehmed Ağa olduğu ve mihrabın önünde gömülüdür. Vakfiyesi 999/1589 tarihlidir. Çeşitli onarımlar geçirerek günümüze gelen bu yapı, bugün aralarda tuğla hatılları olan moloz taş duvar örgüsüne sahiptir. Mihraba dik, dikdörtgen bir plan arz eden yapı içten ahşap tavan, dıştan dört tarafa meyilli kiremit çatı ile örtülüdür. Çatının altındaki bir sıra kirpi saçaktan sonra tuğlaların dekoratif yerleştirilmesi ile hareketli bir kuşak elde edilmiştir. Kuzeydeki kapının üzeri konsollara oturan genişçe bir basık kemer şeklinde olup, üzeri kirpi saçaklı sundurma gibi düzenlenmiştir. Bunun üzerinde ise tuğladan yuvarlak kemerli yüksek pencere açıklıklarına sahip yapıda içte bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Asıl harim mekânı kare planlı olup, son cemaat yerinin üstünde ahşap korkuluklu bir mahfili bulunmaktadır.

Dıştan dikdörtgen çıkıntı yapan mihrap, içten derin yarım yuvarlak bir niş şeklinde düzenlenmiştir. Mihrap nişi önünde köşelerde birer kaideye oturan yivli ahşap sütunçeler bulunmaktadır. Aşağıdan yukarıya hafifçe daralan bu sütunçeler üstte yine ahşap bir lento ile birbirlerine bağlanmıştır. Sade ahşap bir minberi bulunan camide mihrap nişi, duvar yüzeyleri ve pencere içleri tamamen geç devir kalem işleri ile süslenmiştir. Harap durumda olan kalem işlerinde kiremit renkli çerçeveler içinde “C” ve “S” kıvrımlı sarı, kirli sarı renklerde bitkisel motifli süslemeler görülmektedir. Pencerelerin alt hizasına kadar duvar yüzeyleri, son yıllarda fayansla kaplanmıştır.
Cami hariminin kuzeybatı köşesinde dışa taşkın bir minare yer almaktadır. Bir sıra düzgün kesme küfeki taş, iki sıra tuğla ile örgülü kare kaide üzerinde geçiş bölgesindeki üçgenlerin bir taş, biri tuğla olarak ele alınmıştır. Kaval silmeden sonra sıvalı olan yuvarlak minare gövdesi tekrar kaval silme ile oval hareketli taş şerefeye kadar uzanmaktadır. Şerefede korkuluklar demir parmaklıklı ve yine sıvalı olan pabuç bölümünden sonra iri alem şeklindeki taş külah ile minare son bulmaktadır.

Caminin doğu tarafında sokak köşesinde, uygun bir biçimde yer alan çevre duvarı üzerindeki mermer kaplamalı çeşme son yıllarda yapılmıştır. Bugün yapının mihrabı önünde ve batı tarafında toprağa gömülü olarak birkaç tane mezar taşı bulunmaktadır.


Atik Ali Paşa Cami   (Fatih)

Atik Ali paşa’nın “Zincirlikuyu, Karagümrük, vasat Ali Paşa” camileri de denilen cami, Atikali semtinde Fevzi Paşa caddesinde’sindeki set üstündedir. Zincirlikuyu adını, caminin yakınında bulunan bir kuyudan almıştır. Cami çevresinde, hattat Rakım Efendi’nin medresesi ve türbesi ile Semiz Ali Paşa’nın medresesi bulunmaktadır.

Caminin yapılış tarihi bilinmemekle birlikte, II.Beyazıd devri sadrazamlarından Atik Ali Paşa tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Kitabesi bulunmayan cami, Atik Ali Paşa’nın 915/1509 vakfiyesine göre İstanbul’da camileri, medresesi, imaret ve hankahı, Edirne’de camisi, hankahı bulunmaktadır.bu hayrat için İstanbul’da, Rumeli’de ve Anadolu’da bir hayli köy, arazi, dükkan, bedesten, hamam, bahçe ve evler, fırın, bostan, değirmenler bırakmıştır. Mora’da beş Muallimhanesi bulunmaktadır. Ayrıca 119 cilt kitap da vakfedilmiştir. Vakfıyede Balat’ta görülen cami, Kariye Cami’dir.


Yapı bir çok kez onarım görmüştür. Özellikle 1648 depreminde son cemaat kemerlerinin tamamen, minaresinin de şerefesine kadar yıkıldığı kayıtlara geçmiştir. 1960’lara kadar ahşap olarak kalan son cemaat yeri, temel izlerine göre yeniden yapılmıştır.

Cami iki sıra kesme taş,üç sıra tuğla ile inşa edilmiştir. Plan olarak iki kare ayak üzerinde altı kubbelidir. Son cemaat yeri de kesme taştan kare dört ayak üstünde üç kubbe ile örtülüdür. Kemerlere isabet eden yerlerde, dış duvarlarda istinat ayakları mevcuttur. Kemerler son tamirde dışta taş, içeride tuğla ile örülmüştür. Altta ve üstte sekizer pencere vardır. Ayrıca mihrap duvarında üstte iki yuvarlak pencere daha bulunmaktadır.Kaidesi kaba yonu kesme taştandır. Pabuç kısa, gövde kesme taştandır. Şerefe altı helezoni yivlidir. Cümle kapısı da kesme taştan dışarı çıkık, üstte sivri kemerli, sade silmelidir. Kitabe yeri boştur. Mihrap alçıdan, yeni uçları püsküllü, altı sıra bademlidir. Minber, taştandır, ancak yağlıboya ile boyanmıştır. Nisbetli, sade bir eserdir.


Atik İbrahim Paşa Cami   (Eminönü)
(Çandarlı İbrahim Paşa Cami)

Eminönü İlçesi’nde, Mercan Ağa Mahallesi’nde, Uzunçarşı Caddesi ile Fincancılar Yokuşu’nun kavşağında yer almaktadır. Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa (1429-1499) tarafından yaptırılan bu caminin yanında bir medresesi de bulunmakta, ayrıca bir mektebi olduğu da Vakfıyeden öğrenilmektedir. Günümüzde sadece cami ayakta kalabilmiştir.

Çandarlı İbrahim Paşa Camisi’nin, cümle kapısı üzerinde bulunan kitabeden öğrenildiğine göre, inşaatı 898/1492’de başlamış ve 900/1494’te bitirilmiştir. Tarih boyunca çeşitli yangın ve depremlerle tahrip olmuştur. Yakın tarihlerde de onarılarak ibadete açılmıştır.

Plan olarak enlemesine dikdörtgen biçiminde, kesme taştan, çatılı ve bir minarelidir. Ayrıca sekiz sütunlu bir son cemaat yeri bulunmaktadır. 1559’da çizilen bir gravürde çatılı olduğu görülmektedir. Evliya Çelebi de binayı tarif ederken çatılı olduğundan söz etmektedir. Cümle kapısı az çıkıntılı ve kemerlidir. Son cemaat duvarında sağda ve solda birer mihrap bulunmaktadır. Son cemaat yerinin sütun araları sonradan duvarla örülmüşken son onarımlarda yıkılarak kaldırılmıştır. Sütunlar ve başlıkları da değiştirilmiştir. Caminin altta on altı, üstte on yedi penceresi vardır. Giriş kapısı içinden altı betonarme sütun üzerindeki mahfile çıkılmaktadır. Minare kaidesi, on bir kenarlıdır ve gövdeye dik baklavalarla geçiş yapmaktadır. Gövde hemen hemen kaidesi kadar kalındır. Tavan ahşap alçıdan mukarnaslı olup, her ikisi de yenidir.


Atik Mustafa Paşa Cami   (Fatih)

İçerisinde sahabeden Hazret-i Câbir’in kabrinin bulunduğu inancıyla Câbir Cami olarak da adlandırılan bu tarihi yapı aslı eski bir Bizans kilisesidir. İstanbul’un kuzeybatı köşesinde kara tarafı surları ile Haliç kıyısı arasında kalan sahada Ayvansaray semtinin içinde, ancak 1933’lerde yapılan düzenleme sonucunda adını verdiği mahallenin surları dışında kalmıştır.

Eski bir kilise olan bina, 1490 yılında Sadrazam Koca Mustafa Paşa tarafından camiye dönüştürülmüştür. Yapılış tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte bazı araştırmacılar Bizans İmparatoru I. Leon Flavius tarafından 458 yılında yaptırıldığını belirtmektedir. Kilisenin adı hakkında da kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak kimi kaynaklarda Aziz Petros ve Aziz Marcos Kilisesi olarak geçer. Bazı kaynaklarda ise kilisenin IX. yüzyılda İmparator Teofilos’un kızı Prenses Tekla tarafından yaptırıldığı ve adının da Hagia Tekla Kilisesi olduğu belirtilir.

İstanbul’un Bizans dönemine ait eski eserlerine ait toplu bir eser yazan Patrik Konstantinos, Fransızcası 1846’da yayımlanan (Rumca ilk baskı 1824, 2.bas.1844) kitabında burayı havarilerden Petrus (Petros) ve Marcus’un (Markos) kilisesi olarak gösterir. Bu teşhis sonraları İstanbul’un eski eserleri ve tarihi topografyasına dair belli başlı kitaplarda da tekrarlanmıştır. Bu hipoteze esas olan söylenceye göre, I.Leon döneminde (457-474) Galbios ve Kandidos adlarında iki patris Kudüs’ü ziyaretlerinde bir Yahudinin evinde bulunduğunu öğrendikleri Meryem’in evinde bulunduğunu öğrendikleri Meryem’in elbisesini (mafarion) çalarak 458’e doğru Bizantion’a getirirler ve Blaherna semtinde havari petros ve Markos adlarına bir kilise yaptırarak bu kutsal elbiseyi küçük bir yapı olan bu kiliseye koyarlar. Fakat İmparator bunu öğrenince daha büyük olan Blaherna Kilisesi’ni inşa ettirerek, elbiseyi oraya taşıtır. Bu eşyanın oraya konulmasının hatırası için her yıl 2 Temmuz günü büyük tören yapılıyordu. Fakat Atik Paşa Cami olan kilisenin, iki patrisin 458’e doğru inşa ettirdikleri bina olması olasılığı çok zayıftır. Buna karşılık bu bölgede İmparator Teofilos’un (hd 829-842) kızı Tekla’nın bir kilise ve manastır kurduğu ve azizelerden Aya Tekla adına sunulan bu manastıra çekilerek burada öldüğü bilinmektedir. Aya Tekla Kilisesi, bir savaştan dönerken büyük bir kasırga ile selden kurtuluşunu o gün yortusu olan Aya Tekla’nın bir mucizesine borçlu olduğu inanan, İsaakios Komnenos (1057-1059) tarafından 1059’da tamir ettirilmiştir. Bu onarımın önemli ölçüde bir yenileme olduğunu, I.Aleksios’un (1081-1118) kızı Anna Komnena’nın kitabından öğrenmekteyiz.

İstanbul’un fethinde kilisenin ne durumda olduğu bilinmemekle birlikte Fatih vakfiyelerinde adı geçen Ayaleharna Mahallesi’nin Blaherna olması olası görülmüş ve buradaki Çokalica Manastırı’nın adı Çuhalica olarak açıklanarak, bunun Meryem’in elbisesi ile bağlantılı olduğu sonucuna varılmıştır. Blaherna’daki Meryem Kilisesi, bu caminin çok yakınında olduğuna göre (100-150 m. mesafede) manastırın tarihte adı geçen Tekla Kilisesi yanındaki manastır olabileceği de bir hipotez olarak düşünülmüştür. 1430’da Blaherna Kilisesi yandığında, Meryem’in kutsal elbisesi, komşu Tekla Kilisesi’ne konulmuştur. Elbise, çuha yaklaşımı ile, vakfiyedeki Çuhalica’nın Tekla Kilisesi olduğu, dolayısı ile Atik Mustafa Paşa Cami, eğer Tekla Kilisesi ise, kutsal elbisenin saklandığı mabedin olması olasıdır.

Kilisenin, II.Bayezid döneminde sadrazam olan ve I.Selim’in 1512’de idam ettirdiği Koca Mustafa Paşa tarafından camiye çevrildiği bilinmekte ise de bu biraz tartışmalıdır. 953/1546 tarihli İstanbul Vakıflar Tahrir Defterinde çok daha küçük mescitler ayrı başlık altında yer alırken bu cami, Koca Mustafa Paşa’nın bu semte adını veren, yine kiliseden çevrilme diğer camisi ile birlikte kaydedilmiştir. Vakıf defterinden öğrenildiğine göre, bu caminin çevresindeki pek çok sayıda ev ve dükkan da onun evkafındandı. Binanın bütün saçak bölümü Türk dönemine değiştirilip, esas Bizans yapısı kubbenin yerine Türk mimari üslubunda bir kubbe yapıldığına göre, bu işlemin 1509 depreminden sonra gerçekleştirildiğine ihtimal verilebilir. Ayvansaray’da büyük tahribat yapan 1729 yangınında cami de zarar görmüştür. İstanbul’da eski eserlerde izler bırakan 1894 depreminde de Atik Mustafa Paşa Camisi zarar görmüş ve minaresi yıkıldığından yeniden yapılmıştır.

Caminin apsisinin sağ tarafındaki hücre, bir türbe şekline sokularak, buraya konulmuş olan ta’lik hatla yazılı bir levhada buranın Hazret-i Câbir’in kabri olduğu bildirilir. Bu bölmenin kapısı üstünde de “Hâza merkad-i Câbir bin Abdullahü’l Ensarî” yazısı vardır. Hadika’nın verdiği bilgiye göre ise Eyyub-i Ensarî ile Bizans döneminde Bizantion’un önüne gelen sahabeden olan Câbir bin Abdullah burada gömülüdür. Aslında islâm tarihinin bilinen iki Câbir bin Abdullah’ından ikisi de Bizantion kuşatmalarında bulunmamıştır. Bu türbenin bir makam olduğu anlaşılmaktadır.

Atik Mustafa Paşa Cami olan bu kilise, Bizans dini mimarisinde kapalı haç planlı yapılar gurubunun, köşe duvarlı tipindedir. Binanın içinde haç biçimindeki mekânı, dört taraftaki dört hücrenin köşeleri meydana getirmektedir. Ortada dört kolun birbirlerine kavuştukları karenin üstünde büyük ihtimalle Bizans döneminde, pencereli yüksek kasnaklı kubbe bulunuyordu. Türk mimarisinin klasik döneminde, burası bugün görülen penceresiz basık kasnaklı kubbe yapılmıştır. Bu arada, aslında iç bünyenin dışa aksettirilmesi yüzünden inişli çıkışlı olması gereken saçak hattı da, yan cephelerde kemerlerin kesilmiş olmasından , düz bir biçimde değiştirilmiştir. Ayrıca orijinal pencerelerin çoğu örülmüş ve sövelerinden belli olduğu üzere yeni pencereler de açılmıştır.

Kiliselerde bulunan ve mutlaka olması gereken narteks (giriş holü) burada yoktur. Bilinmeyen bir tarihte yıkıldığı sanılan bu bölümün yerine basit, üstü çatılı ve mimari özelliği olmayan bir son cemaat yeri yapılmıştır. Minare ise 1894 depreminden sonra standart tipte yapılan taş külahlı minarelerdendir. Caminin içinde Bizans dönemine ait hiçbir bezeme bulunmamaktadır. Türk döneminde de yapılan ahşap minber ile mermer vaaz kürsüsü sanatsal bir özellikte değildir. Caminin tonoz ve duvarlarını kaplayan kalem işleri çok yakın tarihlerde, 1894’ten sonra yapıldığı sanılmaktadır.

Caminin dışında bulunan, yekpare mermerden oyulmuş bir vaftiz teknesi 1922’de Arkeoloji Müzesi’ne taşınmıştır. 1957’de Amerikan Bizans Enstitüsü, binanın güney cephesinde badana tabakası altında fresko tekniğinde yapılmış bazı aziz resimlerine rastlamışlardır. Bunlardan ikisi hekim asıllı azizlerden Ayios Kosmas ve Ayios Damianos olarak teşhis edilmiştir. Diğeri ise melek Mikael’dir. Üzerleri tahta ile kapatılan bu freskolar dış tesirlere ve özellikle insanların tahriplerine açık bırakılmıştır. Caminin şadırvanı, girişin önünden geçen sokağın karşı tarafındadır.

Ayazma Cami   (Üsküdar)

Üsküdar`da, Salacak`la Şemsipaşa semtleri arasında, Kızkulesi`nin karşısında ve Marmara`ya hakim bir tepe üzerindedir.
Cami, 1760-1761 yıllarında Sultan III. Mustafa tarafından annesi Mihrişah Emine Sultan ile kardeşi Şehzade Süleyman adlarına yaptırılmıştır. Mimar Mehmed Tahir Ağa`nın eseridir.Kapısı üzerindeki kitabelerden yapının 1174/1760-61 tarihli olduğu anlaşılmaktadır. Kitabe ta’lik hatla yazılmış olup, tarih manzumesi Sadrazam Râgıp Mehmed Paşa’ya, hat ise Şeyhülislâm ve hattat Veliyüddin Efendi’ye aittir.

Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde bulunan 5446 numaralı ve 1172/1758-59 tarihli belgeden caminin yerinde daha önce Ayazma Sarayı ve Bahçesi’nin bulunduğu anlaşılmaktadır. Başka bir arşiv belgesine göre 1740’lı yıllarda Ayazma Sarayı iyi durumda olup, onarılarak İran elçisine tahsis edilmiştir.

Camiye vakıf olarak bir hamam ile birçok dükkan ve han yaptırılmış, ayrıca cami, hamam ve avluya bitişik çeşmeye Bulgurlu’dan su getirilmiştir. Birkaç kez onarım gören caminin yıkılan minaresi de iki defa yeniden yapılmıştır.

Geniş bir avlunun ortasına yerleştirilen caminin son cemaat yerine yarım daire düzeninde on basamaklı merdivenle çıkılır.Avlu kapıları üstünde celi hatla yazılmış ayet-i kerimeler bulunmaktadır. Son cemaat yeri üç bölümlüdür. Esas mekân dikdörtgen planlı olup, dört kemere oturan merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Sol tarafta yapıya bitişik Hünkâr köşkü yer almaktadır. Sokak yönünde taş konsollar tarafından taşınan mekân, sütunlar tarafından taşınan ve iki katlı olan bir galeriyle caminin hünkâr mahfiline bağlıdır. Caminin içinde bulunan hünkâr mahfili de sütunlar üzerinde taşınır. Altın yaldızlı süslemeler bu bölümün en çarpıcı yönüdür.

Ayazma Cami Avrupa sanat üslubunun etkisinde kalınan bir dönemde yapılmış olmakla birlikte, büyük kemerler içindeki pencereler, Türk klasik mimarisi özelliğini taşımaktadır. Minber vaaz kürsüsü ve mihrapta çeşitli renkli taşların zarif birleşmesiyle meydana getirilmiş zengin bir süsleme dikkati çekmektedir.

Ayazma Caminin müştemilatından olan sıbyan mektebi, hamam ve muvakkıthane yıkılmıştır.Önceleri cami yakınında inşa edilen vakıf dükkânlarından ise sadece bazı izler kalmıştır. Caminin duvarlarında küçük konsol çıkmaları üzerinde oturan tam bir Türk köşkünün minyatür modeli biçimindeki kuş evleri görülmektedir. Caminin haziresinde ise saraya mensup bir çok kimsenin mezarı bulunmaktadır.

Geniş avluyu çevreleyen duvarın bir köşesinde mermerden büyük bir çeşme vardır. Kitabesinden 1174/1761’de cami ile birlikte yapıldığı anlaşılan bu çeşmenin manzum tarih kitabesi şair Zihnî’nindir.Çeşme, mermer bir cepheye yapıştırılmış dört köşe bir paye şeklindedir. Alt kısmı taş olan avlu duvarında açılan esas kapının önünde taş korkuluklu iki taraflı rampa bulunmaktaydı.

Ayazma Cami, Türk mimarisinde artık yabancı üslubun hâkim olduğu bir dönemin örneği olmakla birlikte, normal ölçüleri aşan yüksekliği ve yapıldığı yerin topografik durumu ile bunu bir kat daha arttıran gösterişli bir görünüme sahiptir. Marmara ve Boğaz’ın girişine hâkim oluşu ile şehrin Anadolu Yakasına değişik bir güzellik kazandırmaktadır.


Aziziye Cami   (Beşiktaş)

 Maçka, Taşlık’ta Vişnezade Mahallesi’nde Abdülaziz (1861-1876) tarafından yapımına başlanmış, ancak bitirilememiştir.

Projesine göre Abdülaziz bu camiyi Maçka’nın Dolmabahçe üzerindeki hâkim bir noktasında dört minareli olarak yaptırılmak istenmiş, mimar olarak da Sarkis Balyan düşünülmüştü.

Yaptırdığı bütün büyük yapılarda şehrin kuzey tarafını tercih eden Abdülaziz, inşaatı başlatmadan önce cami giderleri için, günümüzde de Akaretler olarak anılan sıra evleri yaptırmıştır. 1874 sonları veya 1875 başlarında büyük bloklar halindeki temel taşları yerleştirilerek bina temelden yükselmeye henüz başlamışken Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiş ve inşaat durdurulmuştur. Duvarların ve büyük ana payelerin uzun süre burada duran temel taşları, bu mevkinin “Taşlık” adını almasına neden olmuştur.

Cumhuriyet döneminde bu temeller üzerinde Taşlık Gazinosu inşa edilmiş, 1980’li yıllarda ise Swissotel-Bosphorus oteli inşa edilmiştir. Caminin, avlu olarak tasarlanmış bölümü ise Vişnezade İnönü Parkı olarak düzenlenmiştir.

Kaynak : http://www.restorasyonforum.com

Restorasyon:
Marmara’dan Karadeniz’e çıkışta önemli nokta olan Boğaziçi’nin savunmasına her devirde büyük bir önem verilmiş, bu bölgeye yerleşimden itibaren boğazın girişi ve çıkışını kontrol amacı ile buraya kaleler yapılmıştır.

İlkçağ’da denizcilerin “İlahların koruyuculuğuna sığınmaları” için Boğaziçi’ne bir takım mabetler ve kaleler yapıldığı bilinmektedir. Boğazın iki yakasına kule inşa ederek buraya bağladıkları zincir ile Marmara’ya girişi önlemeye çalıştıkları da bilinmektedir. Bu zincir belli aralıklarla ağaç kütüklere bağlanıyor ve suyolunu kapatıyordu. Bu sayede buradan geçen gemiler durdurulup gerekli vergiler alındıktan sonra yollarına devam etmeleri için izin veriliyordu. Eski tarihçilerin yazdıklarına göre boğazın iki yakasında bulunan eski kaleler Bizanslılar döneminde eski önemini kaybederek harabe haline gelmişlerdir.

Galata’ya yerleşen Cenevizliler boğazdan gelecek korsan tehlikelerine karşı Anadolu Kavağı’nın girişindeki kaleye önem vermişlerdir. Boğaziçi’nin orta kısmında ise Bizanslılar döneminde korunmak amacıyla hiçbir kale yapılmamıştır. Boğazın yukarı kısmındaki kalelerin 1350’de Cenevizliler tarafından ele geçirilmesiyle, boğazın korunması sağlanmıştır. Osmanlıların Boğaziçi kıyılarına gelmesi ile bu savunma sisteminde değişiklik yapılmış ve XIV. yüzyılda Yıldırım Beyazıd Asya’dan Avrupa’ya geçmek için Anadoluhisarı’nı Fatih Sultan Mehmed de Bizans’ı ele geçirmek için Rumelihisarı’nı yaptırarak boğazın giriş ve çıkışını kontrol altına almışlardır. Bu arada kuzeydeki Ceneviz kaleleri de kullanılmıştır.

XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu iyice kuvvetlendiğinden Karadeniz’den herhangi bir tehlike söz konusu olmamış, bu nedenle Anadoluhisarı ve Rumelihisarı askeri önemini yitirmiştir. Daha sonraları ise sadece topçu bataryaları ile boğazların korunması düşünülmüştür.


Yoros (Ceneviz) Kalesi (Sarıyer)

İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişinde, Anadolu Kavağı’na hâkim bir tepenin üzerinde bulunan bu kale, karşısındaki Rumeli Kavağı’nın üzerindeki kale ile birlikte boğazın kontrolünü sağlamak amacıyla yapılmış kalelerden biridir. Kalenin adının Grekçe “dağ” anlamına gelen “oros” kelimesinden veya “uygun rüzgârlar” anlamındaki “ourios” kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür. Burada bulunan antik mimari parçalara dayanarak burada 12 Tanrıya atanmış bir mabet bulunduğu da iddia edilmiştir. Kulelerden birindeki Grekçe kitabeden ilk inşaatın Bizans döneminde olduğunu anlaşılmaktadır. Kale 1305’de Şile Kalesi ile birlikte Osmanlıların eline geçmişse de 1348’den itibaren Karadeniz ticaret yolunu ellerinde tutan Cenevizlilerin yönetimine geçmiş ve birtakım ekler yapılarak genişletilmiştir. Bu yüzden bu kale Ceneviz Kalesi olarak tanımlanmaktadır.

Ceneviz dönemine ait, kale kapısı üzerindeki tarihi okunamayan Latince bir kitabede:

“... Tarihinde Cenevizli Vincenzo Lercari kutsal burun üzerindeki bu kaleyi tamir ettirdi” yazılıdır. Ayrıca kale bedenindeki birtakım Ceneviz armalarının da bulunması buranın bir süre Cenevizlilerin elinde bulunduğuna işaret etmektedir.

Yıldırım Beyazıd 1391’de karayolu ile İzmit’ten yola çıkarak Yoros Kalesi’ni almış ve burasını bir üs gibi kullanarak İstanbul’u fetih hazırlıkları için Anadoluhisarı’nı yaptırmıştır. İstanbul’un fethi sırasında şehit düşen askerlere ait mezarların kalenin biraz ilerisindeki ağaçlık alanda bulunduğunu İnciciyan yazmaktadır.

Fransız Mareşali Boucicaut 1399’da Karadeniz Boğazı girişine yaptığı akında bu kaleyi almak istemişse de başarılı olamamış sadece kalenin eteğindeki köyü yakarak geri çekilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde, Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebi ile yaptığı taht savaşı sırasında 1414’de Gebze kadısı Fazlullah’ı Bizans İmparatoru II. Manuel Palaiologos’a göndererek yardım istemiş, Trakya’ya geçmek için Bursa’dan hareket ederek Yoros’a gelmiş ve bir müddet burada konaklamıştır. Daha sonra da İmparatorun gönderdiği gemiye binerek buradan Rumeli’ye geçmiştir.

İspanya Kralı’nın elçisi olan Ruy Gonzales de Clavijo Timur’un yanına gitmek için boğazdan bir yelkenli gemi ile geçerken burada gördüğü kalenin son derece bakımlı olduğunu, içerisinde askeri bir garnizonun bulunduğunu seyahat notlarında yazmaktadır. Clavijo da kalenin eteğinde bir duvar bulunduğunu buradan muhtemelen karşı kıyıda bulunan harap olmuş kaleye bir zincir çekilme olasılığından da bahsetmektedir.

II. Bayezıd (1481–1512) zamanında bu kaleyi onartmış, içine “Yoros Kalesi Mescidi” denilen bir ibadethane yaptırmıştır. Bu sırada kale dizdarı olan Mehmet Ağa da bir hamam yaptırmıştır.

Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki 28 Recep 984 (1576) tarihli bir belgede kale ile beraber buradaki cami, çeşme ve hamamın tamir edildiği yazmaktadır. Alman gezgin M.Heberer 1580’li yıllarda çıktığı gezisinde İstanbul’a da uğramış ve kitabında bu kalenin çok iyi bir durumda olduğunu yazmış ayrıca bir de gravürünü eklemiştir. İnciciyan XVIII. yüzyılın sonları ile XIX. yüzyılın başlarında bu kalenin içinde 25 evlik bir mahalle bulunduğunu, muhafız olarak da bir dizdar ile 20 kişilik bir askerin burada görev yaptığını yazmaktadır.

Doğudan batıya doğru 500 m. uzunluğundaki bu kale Karadeniz’e paralel bir arazi üzerinde yapılmıştır. Kalenin genişliği 60–130 m. arasında değişmektedir. Kale aralarında tuğla hatılların bulunduğu kaba taş dizilerinden yapılmıştır. Burada kullanılan taşların bir kısmı antik parçalar ve Bizans dönemine ait devşirme malzemedir. Kalenin giriş kapısı tepenin üstünde, doğu tarafında yükseklikleri 20 m. olan iki büyük burcun ortasındadır. Kapının devşirme malzemeden mermerden bir çerçevesi vardır. Üzerindeki tuğladan yapılmış olan hafifletme kemeri ise yıkılmıştır. Bu kapı girişi Anadolu tarafından gelecek tehlikelere karşı hem dıştan, hem de içten örülerek kapatılmış ve kapı geçidi de kapalı bir mekân haline getirilmiştir. Laurens’in 1847’de çizdiği bir resimde kapı geçidi üzerindeki mekânın burçlarla aynı seviyede olduğu, cephesinin yukarı kısmında da bir dizi halinde üç kemerin bulunduğu görülmektedir. 1930’da çekilmiş bir fotoğrafta buradaki odanın kale içine iki pencere ile açıldığı görülmektedir. Bu girişteki çifte kulelerin içleri dört kolu birbirine eşit olan haç şeklinde mekânlar bulunmaktadır. Bu mekânların üzerlerine, farklı duvar yapısından anlaşıldığına göre daha geç bir devirde yükseltilerek birer kat ilave edilmiştir. Doğuya birer pencere ile açılan bu üst katlar günümüzde yıkık bir durumdadır.

İki kule arasında kalan kapı geçidi üzerinde de bir katın bulunduğu ve buradan aşağıya “herse” denilen bir kafes kapının indiği anlaşılmaktadır. Bu çifte burcun kapıya dönen yüzlerinde mermer işlenmiş bir haçı çevreleyen dairenin içinde “İesos Hristos Nika “ kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen birer monogram bulunmaktadır. Sonradan örülmüş olan büyük girişin iç tarafında, kapı kemerinin üst tarafına yerleştirilmiş mermer levhada “Hükümdarlara hükmeden hükümdarların hükümdarı” cümlesinin kısaltılması olan dört harfli bir monogram bulunmaktadır. Bu cümle VIII. Mikhael Palaiologos için söylenen bir söz olduğu düşünülürse, bu kalenin Onun tarafından Lâtin istilasının hemen arkasından bir daha böyle bir işgale uğramamak için yapılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Güney duvarındaki siperli (kazamatlı) kısmın sonundaki kapı açıklığı gibi görünen kısım aslında küçük bir burcun kalıntısıdır. İç mekânı, girişteki kuleler gibi haç biçimli dört kemerli ve üzeri tonoz örtülü olan bu küçük burç bilinmeyen bir tarihte yarısına kadar yıkılmıştır. Kalenin yukarı kesimi bir duvarla bölünerek bir iç kale meydana getirilmiştir. Bu duvarın iki ucunda birer kare burç, orta kısmında ise yarım yuvarlak bir kule vardır. Bu yuvarlak kulenin üzerinde tuğladan harflerle meydana getirilmiş, çok harap durumda olduğu için okunamayan iki satırlık Grekçe bir yazıt bulunmaktadır. Bu duvar ve burçlardaki duvar tekniği tamamen Bizans üslubundadır.

Allom’un gravürlerinde kulelerin üzerleri sivri külahlı çatı ile kaplı olarak yapılmıştır. Kalenin güney cephesinin arka tarafındaki duvar siperler halinde inşa edilmiştir. Bu duvarlar büyük olasılıkla kıyıya kadar iniyor ve bir liman ile birleşiyordu.


Kavak Kalesi (Beykoz)

Sultan IV. Murat’ın Anadolukavağı sahilinde yaptırdığı bu kaleden günümüzde hiçbir iz gelememiştir. Anadolukavağı tarih boyunca Yoros ve Kavak kaleleri yüzünden önem kazanmış, ayrıca gümrük ve sınır kontrol noktası olarak ekonomik bakımdan bölgenin gelişmesini sağlamıştır.

Bazı yabancı tarihçiler tarafından Kavak Kalesi ile Yoros Kalesi karıştırılmaktadır. Sahildeki Kavak Kalesi’ni Sultan IV. Murat, Karadeniz’den 150 Şayka (birkaç top ve 40–50 savaşçı taşıyan, altı düz bir çeşit kazak kayığı) ile gelip Boğaziçi’nin Rumeli kesimini Yeniköy’e kadar yağmalayan Kazakların ani baskınından sonra 1624’de yaptırmıştır.

Evliya Çelebi’nin “Anadolu Kilidü’l-bahir kalesi” olarak söz ettiği sahildeki bu kalenin içerisinde dizdar dairesi, 80 civarında asker odası, 2 buğday ambarı ve bir mescidinin bulunduğunu yazmaktadır. Yine Evliya Çelebi’ye göre kalenin kıbleye bakan tarafında demir giriş kapısının olduğu ve içinde 300 kadar asker ile 100 adet top bulunmakta idi.

Hüseyin Ayvansarayi’nin Hadîkatü’l Cevâmi isimli eserinde Sultan IV. Murad’ın annesi Kösem Mahpeyker Valide Sultan’ın bu kalenin içine bir mescit yaptırdığı yazılıdır. Sultan I.Ahmed döneminde bu kale yakın köylerdeki soyguncuların geceleri ateş yakarak Boğaz’a giren gemileri şaşırtıp karaya oturanları soydukları da bilinmektedir. Bu nedenle de Sultan I. Ahmet (1603–1617) bu tür olayları önlemek için kıyı boyunca yeni mahalleler kurdurmuştur. Kıyıya yeni istihkâmlar yaptırdığı için de Kavak Kalesi önemini yitirmiş ve XIX. yüzyılda ise tamamen ortadan kalkmış ve yerini sivil yerleşimler almıştır.


Anadoluhisarı Kalesi (Beykoz)

İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresi’nin Boğaz’a karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir. Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır. Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır.

Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir. Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir. Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:

“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi. Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı.”

Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir.

Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir. Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır. XVII.-XVIII. yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir.

XVI. yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir.

Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığı’nın kontrolünde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur.

Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır. İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir. O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır. Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır.

Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir. Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur. Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir. İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır.

Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m. arasında değişmektedir. Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur. Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır. Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır. Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır. Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır. Sur duvarlarını içeriden 1,5 m. genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır. İç Kale duvarları 2–3 m. kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır. Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir.

İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur. İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır. Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir.

Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir. At nalı şeklindeki kulelerin çapı 4.75 m. olup, kalınlığı 2 m. dir. Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir. Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m. çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır. Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir. Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir. Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m. çapında ve üç katlıdır.

Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur. Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.

Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır. Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır.


Boğazkesen Kalesi (Rumeli Hisarı) (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesinde, Boğaz’ın en dar ve akıntılı yerinde Anadoluhisarı’nın tam karşısında bulunan bu kale Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethinden önce, 30.000 m2’lik bir alana yapılmıştır. Hisarın yapımına 1451–1452 yıllarında başlanmıştır. Rumeli Hisarı Boğaz’ın en dar ve akıntılı yerinde Yıldırım Beyazıt’ın yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı’nın tam karşısında yapılmıştır. Kalenin yapılmasındaki amaç, İstanbul kuşatması sırasında Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek idi. Nitekim 1452 yılında buradan geçen ve yapılan ikazlara aldırmayan Kaptan Antonio Rizo kumandasındaki bir Venedik kalyonu batırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet bu kaleyi yaptırarak kuşatma sırasında arkasını da emniyete almayı düşünmüştür.

Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinde bu hisarın ismi Kule-i Cedide, Neşri tarihinde Yenice Hisar, Aşıkpaşa ve Nişancı tarihlerinde de Boğazkesen Hisarı olarak geçmiştir. Tarihçi Dukas’tan öğrenildiğine göre; Fatih Sultan Mehmet 1451 kışının başında egemenliği altındaki yöneticilere gönderdiği emir ile bölgelerindeki bütün usta ve işçilerin burada toplanmasını istemiştir. Hisarın yapımına 1452 yılı Mart ayının sonunda başlanmış ve 139 gün gibi çok kısa bir sürede bitirilmiştir. Kalenin yapılmasına başlanması üzerine Bizanslılar kaleyi ele geçirmeyi düşünmüşlerse de Fatih Sultan Mehmet onlara gönderdiği haberle kaleyi Karadeniz ile Akdeniz arasındaki korsanlara karşı yaptırdığını belirtmiştir. Bizans askeri yönden de zayıf olduğundan kalenin yapılmasına göz yummuştur.

Kalenin yapımda kullanılan keresteler İzmit ve Karadeniz Ereğlisi'nden; taşlar Anadolu'nun değişik yerlerinden ve devşirme mimari parçalar çevredeki harap Bizans yapılarından elde edilmiştir. Rumeli Hisarı üçü büyük biri küçük dört kule ve bunları birbirlerine bağlayan sur duvarlarından meydana gelmiştir. Kulelerden deniz kıyısında olanı Çandarlı Halil Paşa, kuzeydeki Saruca Paşa, güneydeki de Zağanos Paşa tarafından yaptırılmıştır.

XVIII. yüzyılda İstanbul’a gelen gezgin Tournefort bu kulelerin üzerlerinin kurşun külahlarla kaplı olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Melling’in yapmış olduğu gravürlerde de aynı şekilde kulelerin üzerinin sivri birer külahla örtülü olduğu gösterilmiştir. Sonraki yıllarda yapılan Allom’un gravürlerinde ve Miss Pardoe’nin gravürlerinde bu külahlara değinilmemiştir.

Rumeli Hisarı’nın Dağ Kapısı, Hisarpeçe Kapısı, Dizdar Kapısı ve Sel Kapısı denilen dışarıya açılan dört ana kapısı bulunmakta olup, bir de Meyyit Kapısı (Cenaze Kapısı) bulunmaktadır. Kuleleri birleştiren surlardaki seğirdim yollarına on sekiz yerden merdivenlerle çıkılmaktadır.
Çandarlı Halil Paşa Kulesi on iki köşeli, içeriden sekiz katlıdır. Kulenin içerisi yuvarlak olup, dış çapı 23.80 m. duvar kalınlığı 7 m. yüksekliği de 35 m. dir. Kulenin giriş kapısı iç avluya açılmaktadır. Kulenin dışarısında satrançlı kufi yazı ile Allah ve Muhammed yazılıdır. Bu kulenin önünde Hisarpeçe denilen ayrı bir sur duvarı ve bir de kapısı bulunmaktadır. İlk yapımında Hisarpeçe önünde bir iskele olduğu sanılmaktadır.

Kıyıdan bakıldığında sol tarafta, deniz seviyesinden 57 m. yüksekliğindeki Zağanos Paşa Kulesi bulunmaktadır. Kesme taştan yuvarlak olan bu kulenin çapı 26.70 m. dir. Kule ortasındaki yuvarlak ve boş alan 14.70 m. çapında 25 m. yüksekliğinde, duvar kalınlığı da 7 m. dir. İçten dokuz katlı olan kulenin katları ahşap olduğundan günümüze gelememiştir. Her katta duvarların içerisine beşik tonozlu hücreler yerleştirilmiştir. Üst kısımda ise burcu çevreleyen bir devriye yolu bulunmaktadır. Kulenin korkulukları mazgallıdır.

Kuleye ilk girişte helezoni bir merdivenle doğrudan doğruya dördüncü kata çıkılmaktadır. Kulenin kuzeyinde Dağ Kapısı, doğusunda da Sel Kapısı bulunmaktadır. Kulenin ana duvarında Arapça yapım tarihlerini belirten iki kitabe bulunmaktadır. Kitabelerde kuleyi yaptıran Zağanos Paşa’nın ismi yazılıdır.

Kitabe:
”Bu sarp ve yüksek kalenin inşaasını Sultanü’azâm ve Hakan el-muazzam Muhammed bin Murad Han emretti: O’nun memleketi ve kulu ve mükerrem veziri Zağanos Paşa bin Abdullah hakkındaki lûtfu ilânihaye payidar olsun.856 senesi Recep ayında tamam oldu h. 856 (1452).”

Deniz kıyısından bakıldığında sağ tarafta bulunan Saruca Paşa Kulesi denizden 43 m. yüksekliktedir. Kulenin dıştan çapı 23.80 m. orta boşluğunun çapı 9.80 m. duvar kalınlığı da 7 m. dir. Kulenin tüm yüksekliği 28 m. dir. Kule içerisinde bulunan ahşap katlar günümüze gelememiş, ancak duvarlar üzerindeki izlerden her katta bir ocak bulunduğu anlaşılmaktadır. İçerisindeki katları belirten izler Zağanos Paşa Kulesinde olduğu gibi burada da görülmektedir. Kulenin yapımından sonra buraya bir kitabelik konulmuş ancak kitabe yazılmamıştır. Saruca Paşa Kulesi ile Zağanos Kulesi ve Halil Paşa kuleleri arasındaki arazi eğimli ve inişli çıkışlı olduğundan sur duvarları da buna uydurulmuştur. Ayrıca Saruca Paşa ile Zağanos Paşa kuleleri arasında beş küçük burç bulunmaktadır.

Kale, İstanbul’un fethinden sonra Boğaz’ın kontrolünü üstlenmiş, sonra da hapishane olarak kullanılmıştır. İşkodra Seferi sonrasında gözden düşen Vezir Gedik Ahmet Paşa bir süre burada hapsedilmiştir.

Rumeli Hisarı 1509 depreminde zarar görmüş ve sonra onarılmıştır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında yangın geçirmiş, Sultan III. Selim zamanında (1789–1807) onarılmış ve kendi haline bırakılmıştır. Bundan sonra halkın kale içerisine yerleşmesine izin verilmiştir. Önceleri yalnızca kale dizdarı ve muhafızların oturduğu avludaki evlere yeni ilaveler yapılmış ve burası yerleşime açılmıştır.

Fatih Sultan Mehmet devrinde küçük bir mescit yapılmış, ancak zamanla harap olmuştur. Günümüzde bu mescidin bulunduğu yerde sahne platformu bulunmaktadır. Yalnızca mescidin minaresi ayaktadır. Caminin bulunduğu yerin altında ise büyük bir su sarnıcı, avlunun çeşitli yerlerinde de üç ayrı çeşmesi vardır.

Evliya Çelebi biraz abartılı olarak burada 150 ev olduğundan bahsetmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yarısında kale içerisinde “Hisariçi Mahallesi” kurulmuştur. Bu mahalle 1953 yılında yapılan kalenin restorasyonu sırasında kamulaştırılarak yıkılmıştır.


Yedikule Hisarı (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesinde bulunan Yedikule Hisarı Bizans İmparatoru II.Theodosios (408-450) döneminde yapılan Bizans kara surlarının en önemli giriş kapısı olan Porta Aurea (Altın Kapı) arkasında İstanbul’un fethinden dört yıl sonra 1457-1458 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından İç Kale olarak yaptırılmıştır.

Altın Kapı’nın iki pilonu ve aynı sıradaki iki burcundan yararlanılarak üç kulesi olan bir sur eklenmiş ve beşgen şeklinde yedi kuleli bir kale meydana getirilmiştir. Kalenin yapımı sırasında Bizans surlarının üç geçidi kapatılmış ve önündeki köprü de yıkılmıştır. Buradaki Altın Kapı önünde bulunan kabartma plakalardan 12 tanesinin 1620 yılına kadar yerinde durduğu İngiliz Elçisi Sir Th.Roe’den öğrenilmektedir. Bir süre sonra da kaybolan bu plakaların ne olduğu bilinmemektedir.

Semte ismini veren Yedikule Hisarı düz bir arazide beşgen bir kale olarak yapılmış, üç köşesine üzerleri yüksek pramidal külahlarla örtülü üç büyük kule eklenmiştir. Bu kulelerin arası yarım yuvarlak ve biri de köşeli altı küçük burç ile takviye edilmiştir. Ayrıca Altın Kapı’nın dışında kule ile korunan bir kapı ve onun kuzeyine de küçük bir kapı daha eklenmiştir. Bu küçük kapının üzeri sonradan örülerek kapatılmıştır. Büyük kulelerden kuzeydoğudaki yuvarlak olanı ”Hazine veya Darı”, güneydoğudaki “ Kız (Top) Kulesi”, ortadaki prizma şeklindeki ise “Zından Kulesi” olarak isimlendirilmiştir. Bu kule bir süre hapishane olarak kullanıldığından buradaki tutukluların duvarlara yazdığı yazılardan ötürü de “Kitabeler Kulesi” olarak anılmıştır. Kule içten 13 m. çapında, dıştan sekiz kenarlı poligonal şekildedir. İçerisi ahşap kirişlere tutturulmuş katlara ayrılmıştır. En üst katta mazgallı bir devriye yolu vardır. Dik bir merdivenle çıkılan kulenin üzerinde bir sahanlık, buradan da ayrı bir merdivenle diğer katlara inilmektedir. Bu kulenin yapımına Sultan III. Ahmet (1703–1730) zamanında başlanmış ve Sultan III. Osman (1754–1757) zamanında tamamlanmıştır. Kulenin dış duvarlarındaki onarım kitabesinde h. 1163 (1749) tarihi ile “Mâşâllâhı te’âlâ-Yüce Tanrının izniyle” yazılıdır.

Güneydeki “Küçük Kule” adı ile tanınan burç 1766 depreminde yıkılmış ve daha sonra yenilenmemiştir. Günümüzde bu burca ait kalıntılar hendek seviyesinde görülmektedir.

Giriş kapısının üzerindeki “Bayrak Kulesi”nin iki tarafında muhafız odaları bulunmaktadır. Bu kulenin duvar kalınlığı 5 m. olup, yuvarlak mekânın çapı ise 9.50 m. dir. Kulelerin içerisine kapılardan girilmektedir. Buradaki geçitlerden rampa ve merdivenlerle kulenin katlarına çıkılmaktadır.

Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinden öğrenildiğine göre; kalenin yapımını bitirdikten sonra içerisine dikdörtgen planlı, ahşap çatılı küçük bir mescit eklemiştir. Mescit 1813 yılında onarılmış, 1905 yılında yıkılmış, yakın tarihlere kadar da minare kaidesi gelebilmiştir. Darüssaade Ağası Beşir Ağa bu mescidin yanına bir sıbyan mektebi yaptırmıştır. Mescidin yanındaki kitabesiz çeşme de yakın tarihlerde onarılmıştır. Sonraki yıllarda buraya yapılan evlerle Yedikule Hisarı bir mahalle konumuna gelmiştir.

Yedikule Hisarı 1700’lü yıllarda onarılmış, 1754 depreminde poligonal kule yıkılmış ve yeni baştan yapılmışsa da 1766 depreminde yine zarar görmüştür. Yedikule zindan olarak kullanılmış, Aksaray ile Yedikule’yi de kapsayan 1782 yangınında çevresindeki yapılarla birlikte yanmış ve içerisindeki tutuklular da yanarak ölmüştür.

Beşgen plân şemasıyla Bizans üslûbundan tamamen uzaklaşan bu kale Osmanlı askeri mimarisinin bir örneğidir. Kuleler arasında düz satıhtaki duvarlar burada geçecek bir savaşta savunma gücünü kolaylaştırmayı sağlamakta olup devriye yollarını kesintiye uğratmamaktadır. Üçgen şeklindeki ara kulelerin sivri uçları dışarıya doğru olup devriye yollarından üç metre yüksekliktedir. Devriye yolları dışa doğru 0.80 m. kalınlığında ve 2.20 m. yüksekliğinde mazgallı bir siper ile korunmakta idi. Bu mazgallı siperler Osmanlı devrinde zaman- zaman tamir ve takviye edilmişlerdir.

Yedikule hisarı Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren uzun süre Osmanlı hazinesinin muhafazası için de kullanılmıştır. III. Murad’ın hekimbaşısı olan Dominico’nun hatıratında 250 asker tarafından korunan kulelerden birinde külçe altın para, diğerinde silah, zırhlar, kıymetli eyer ve at koşumları, öbür kulelerde ise eski armalar, antika eşya resmi devlet evrakı korunuyordu. Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden getirip burada muhafaza ettiği ganimetler ise daha sonra III. Murad zamanında Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.

Yedikule hisarının içindeki garnizonda bir dizdar (kale muhafızı),dizdar yardımcısı,6 komutan ve 50 askerlik bir yönetim kadrosu bulunuyordu. Bu personelin ikamet etmesi için de hisarın içinde bir dizdar evi ile 12 asker evi vardı. Günümüze bu barınaklardan ve askeri depolardan hiçbir kalıntı gelmemiştir.

Bizans devrinde Altın Kapı’nın yanındaki Pilon zindan olarak kullanıldığında birçok siyasi mahkûm burada hapsedildiği gibi öldürülmüştür de. Burası Fatih tarafından kaleye döndürüldüğünde de bu işlev devam etmiştir. II. Mahmut zamanında (1808–1839) kalenin hapishane olarak kullanımına son verilmiştir. Yapılışından 9 gün sonra Çandarlı Halil Paşa ve oğulları Zaganos Paşa ve bazı ulemanın onun fethe karşı olduğu ve gizlice Rumlarla mektuplaştığı iddiasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından önce görevinden azledilmiş sonra burada kırk gün kadar hapsedilmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’in, babası II. Murad’ın kendisi lehine tahttan feragat etmesinden sonra, Çandarlı Halil Paşa’nın II. Murad’ı tekrar tahta geçmesi için ikna etmesinden dolayı Halil Paşa’ya bir kırgınlığı vardı. Ayrıca Lalası olan diğer vezirlerden Zagonos Paşa’da henüz çocuk yaşta olan Fatih’in ilk iktidar senelerinde oldukça nüfuzlu idi. Bu da Çandarlı’nın son derece rahatsız olduğu bir konu idi. Çandarlı İstanbul’un fethine de fikren karşı olmasına rağmen fetihte Fatih’in yanında yer almış ve ona büyük destek sağlamıştır. Çandarlı’nın Yadikule’de idam edildiği iddiası ise açıklık kazanmamıştır. Bir kısım tarihçiler bu idamın Edirne’de gerçekleştiğini ileri sürmektedirler. Çandarlı’nın oğulları ise daha sonra serbest bırakılmıştır. Cesedi daha sonra oğlu İbrahim Paşa tarafından İznik’e getirilir ve İmaretinin karşısındaki türbesine gömülür.

Çandarlı Halil Paşa Osmanlı tarihinde ilk idam edilen sadrazamdır. Paşa’nın idamından sonra bütün servetine el konulmuşsa da II. Bayezid devrinde malları çocuklarına iade edilmiştir. 1461’de Osmanlı topraklarına katılan Trabzon Rum İmparatorluğu’nun son imparatoru olan David Komnenos ve oğulları 1463’de burada idam edilmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’in vezirlerinden Mahmut Paşa görevinden 1474’de alındığında bu kalede bir süre tutuklu olarak kalmıştır. 1474’de Yavuz Sultan Selim’in hilâfeti devralarak İstanbul’a getirdiği son Abbasi Halifesi III. Mütevekkil de burada hapsedilmiştir.

Kalenin orta yerinde bulunan kuyu birçok idama sahne olduğu ve ölümlerin bu kuyunun yanında gerçekleşmesinden ötürü “Kanlı Kuyu “ adı ile anılmaktadır. Burada meydana gelen en acı olay ise 1622’de tahtından indirilen Genç Osman’ın öldürülmesidir. Kapıkulu askerleri ile Yeniçerilerin başlattıkları isyanda, isyancıların istediği ulemanın başlarını onlara vermeyen Genç Osman dört gün süren bu isyanı bastıramamış, sarayı basan yeniçeriler önce I. Mustafa’yı Harem’deki dairesinden çıkarıp divanhaneye götürmüşler ve arabuluculuk yapmak isteyen Dilaver Paşa ile Süleyman Ağayı parçalayarak orada öldürmüşlerdir. Genç Osman I. Mustafa’nın tahta çıkarıldığını öğrenince ilk önce askere para dağıtarak onları ikiye bölmek istemiş, bu iş için de Ohrili Hüseyin Paşa ile Yeniçeri Ağası Kara Ali’yi görevlendirdi ise de isyancıları durduramamıştır. Ali Ağa genç padişahı Ağa Kapısı’ndaki kendi dairesinde sakladı ise de isyancılar 20 Mayıs sabahı burayı basan isyancılar Genç Osman’ı avluya çıkartarak Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa’yı parçalayarak öldürmüşlerdir. Bu arada II. Mustafa’nın alelacele cülus töreni yapılmış, Genç Osman bir pazar arabasına bindirilerek Yedikule’ye götürülerek orada idam edilmiştir. Daha sonra cenazesi saraya götürülmüş ve I. Ahmet türbesine gömülmüştür.

Yedikulehisarı hapishane olarak kullanıldığı dönemde bir takım yabancı uyruklu elçi ve prenslere de ev sahipliği yapmıştır. Bunların içinde en önemlileri Venedik asilzadesi Stephanus Alberti (1607),Julius Ardrea Virasina (1600), Fransız Konsolosu Jean de la Haye (1660), Elçi Ruffin, İstanbul Ermeni Patriği Avedik (1703), Eflâk Prensi Constantin Brancoveanu (1714), Rus Elçisi Kont Aleksi Oberskov (1787) , Sadrazam Kara Davud Paşa (1622), Baş Mimar Kasım Ağa (1651), Girit Fatihi Deli Hüseyin Paşa’dır.

Deli Hüseyin Paşa’nın Altın Kapı önünde 1660’daki idamından sonra kendisi ve ailesinin buraya gömüldüğü iddia edilirse Yedikule’nin restorasyonu sırasında bu mezarlara rastlanmamıştır. Yabancı elçiler burada geçirdikleri tutukluluk süresinde avluda dolaşmak izinleri vardı hatta kale içinde yapılmış evlerde bile kalabiliyorlardı. XVIII. yüzyılda İstanbul’a gelen gezgin J.Grelot gezi notlarında buradaki Hıristiyan tutukluların ibadetleri için dışarıdan rahip getirildiğini ve bir de küçük şapel inşa edildiğini yazmaktadır. Bu şapelden XIX. yüzyıl başlarında Yanya’da Fransız Konsolosu iken tutuklanarak buraya getirilen Poucqueville de bahsetmektedir. Ayrıca bu konsolos hatıratında tutukluların savaş esiri değil de rehin muamelesi gördüklerini yazmaktadır.

Yedikule’nin 1831’de zindan olarak kullanılmasına son verilmiş, Topkapı Sarayı önündeki Aslanhane’ye ait heykeller buraya getirilmiştir. Bundan sonra kale ve Altın Kapı bir kez daha onarılarak Baruthane olarak kullanılmıştır. 1878’de Maarif Nezaretine tahsis edilmiş ve içerisine kız okulu yapılmış ancak, buradaki eğitim fazla sürmemiş ve 1895’te Müze-i Hümayun’a bağlanmıştır. Kale içerisindeki toplar da Askeri Müze olarak kullanılan Aya İrini’nin bahçesine götürülmüştür. Harbiye’deki Askeri Müze açıldıktan sonra bu toplar oraya taşınmıştır.

Yedikule Hisarı ve Altın Kapı’nın son onarım ve restorasyonu Y.Mimar Cahide Tamer tarafından 1958–1970 yılları arasında yapılmıştır. Bundan sonra Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlı olarak 1985’te ziyarete açılmıştır. Günümüzde Yedikule kültür ve sanat merkezi olarak kullanılmakta olup, STİ Vakfı’na tahsis edilmiştir.

Kaynak : http://www.restorasyonforum.com

Restorasyon:
Küçüksu (Göksu) Kasrı (Beykoz)

İstanbul Beykoz ilçesi, Anadoluhisarı’nda, deniz kıyısında bulunan Küçüksu Kasrı’nın XVII. yüzyılda Sultan IV. Murat (1623–1640) döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Bu kasır Sultan III. Mustafa (1757–1774), Sultan III. Selim (1789–1807) ve Sultan II. Mahmut (1808–1839) dönemlerinde restore edilmiştir. Bu kasır ile ilgili bilgiler Antoine-Ignace Melling ve Michel François Preault’un XIX. yüzyıl başlarında yaptığı resimlerden öğrenilmektedir.

Kasır denize doğru uzanan tek katlı bir yapı olup, arkasında da iki katlı bir bölüm bulunuyordu. Kasır T planlı olup, ahşap kubbeli, kare planlı bir orta mekân ile bunun çevresinde biri denize doğru olmak üzere uzanan üç yönlü uzantılardan meydana gelmiştir. Kasrın odalarının bir kısmı da deniz yönünde kazıklar üzerine oturtulmuştur. Bu kasır yıkılmış ve yerine bugünkü yapı yapılmıştır. Kasrın ne zaman yıkıldığı konusunda kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bugünkü kasır Abdülmecit döneminde, 1856’da kâgir olarak yapılmıştır. Yapının mimarı Balyan ailesinden Nigogos Balyan’dır. Kasrın iç dekorasyonu Viyana Operası’nın dekoratörü olan Sechan tarafından yapılmıştır.

Küçüksu Kasrı yüksek bir su basman üzerine iki katlı, mermer kaplamalı bir yapıdır. XIX. yüzyıl barok ve rokoko karışımı bir üslubu yansıtmaktadır. Kasrın bodrum katında kiler, mutfak ve hizmetli odaları, diğer iki katta ise orta mekâna açılan dört köşe odasından meydana gelmiştir. Yapının cephe mimarisi dikkat çekicidir. Burada çiçek, yaprak, çelenkler, rozetler yüksek kabartma tekniğinde duvarlara işlenmiştir. Oldukça ağır bir rokoko üslubu yapının barok mimarisi ile birleşmektedir.

Kasrın deniz cephesi üç bölüm halinde olup, orta bölüm düz, iki yandakiler de dışbükeydir. Kasrın iki yönlü giriş merdiveni, havuzu, çeşmesi ve giriş kapısı ile dikkati çekmektedir. Denize yönelik pencereler her katta zemine kadar inmiş ve bunların önleri mermer parmaklıklarla sonuçlanmıştır. Kasrın yan ve arka bölümlerinde üst katta balkonlara yer verilmiştir. Üst katın bitiminde mermerden bir kısa duvar çatıyı gizleyerek yapıyı çepeçevre dolaşmaktadır.

Kasrın kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, birbirlerinden fark ve biçimde İtalyan mermerinden yapılmış şömineleri, ince bir işçilik gösteren parkeleri, Avrupa Arnavoa üslubunda mobilyaları ile dikkat çekmektedir.

Bu kasırda Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde, daha sonra İngiliz tahtına geçen Galler Prensi Edward (VII. Edward) ile Eflak Boğdan Prensi I.Jean Alexandre ağırlanmıştır. Bunların yanı sıra kasır Sultan V. Mehmet Reşat ve son halife Abdülmecit Efendi (1839–1861) tarafından da kullanılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra bir süre konukevi olarak kullanılmış, 1970’li yıllara kadar bazı özel günlerde kasırdan yararlanılmış, 1983’te ziyarete açılmıştır. Ardından yapılan yeni düzenlemeden sonra da 1994 yılında TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na bağlı anıt müze olarak ziyarete açılmıştır.


Tophane Kasrı (Beyoğlu)

İstanbul ili Beyoğlu ilçesi, Tophane’de Necatibey Caddesi üzerinde bulunan Tophane Kasrı’nı İngiltere Elçiliği’nin yapımı için İstanbul’a 1841 yılında gelen ve 1853 yılına kadar burada kalan İngiliz Mimar William James Smith tarafından yaptırılmıştır. Tophane Müşiri Halil Paşa’nın denetiminde 1851–1852 yıllarında tamamlanmıştır.

Bu kasır padişahların Tophane’deki askeri kuruluşlarını ziyaretinde veya şehre deniz yolu ile gelen yabancı devlet adamlarının karşılanmasında kullanılmıştır. Tophane Kasrı Rus Çarı’nın kardeşi Grandük Konstantin’in Sultan Abdülmecit (1839–1861) tarafından burada kabulü ile tarihe geçmiştir. Ayrıca Osmanlı-Rus Savaşı’nı sonlandıran 1894 yılı Uluslar arası konferans ve Lozan Antlaşması’ndan sonra Uluslar arası Boğazlar Komisyonu’nun toplantılarına da sahne olmuştur. Bunun yanı sıra II. Dünya Savaşı sırasında Sıkıyönetim Mahkemesi burada toplanmıştır.

Karaköy-Beşiktaş arasındaki caddenin genişletilmesi sırasında kasrın batısında bulunan Top Arabacıları Kışlası yıkılmış, doğusuna bugünkü liman binaları yapılmış ve bunun sonucu olarak da kasrın deniz ile bağlantısı kesilmiştir. Uzun süre Malül Gaziler Yurdu olarak kullanılmış, günümüzde de Mimar Sinan Üniversitesinin kullanımındadır.

Tophane Kasrı kuzey-güney doğrultusunda, denize paralel, 22.00x10.00 m. ölçüsünde dikdörtgen planlı, iki katlı bir yapıdır. Tophane Kasrı cephe mimarisi yönünden İngiliz Mimarı William James Smith’in diğer yapılarından farklılıklar göstermektedir. Prizmatik kütleli, denize yönelik doğu cephesinin ekseninde dışarıya taşan bir giriş bölümü ile batı cephesinin birinci katında konsollarla taşırılmış geniş çıkmalar yapıya hareketli bir görünüm kazandırmıştır. Kasrın ana girişi dört kolonun taşıdığı, üzeri balkon olarak kullanılan bir giriş görünümündedir. Ayrıca güney cephesinin ekseninde de bir servis girişi bulunmaktadır. Zemin kattaki giriş holünün iki yanında iki oda, doğusunda kare planlı bir sofa yer almaktadır. Sofadan üç kollu bir merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır. Burada iki sıra halinde yerleştirilmiş odalar bulunmaktadır.

Neo-Klasik üslupta bezenmiş olan kasrın kalem işi tavanları korint düzeninde plasterler ve mermer şöminelerle iç mekân zengin bir görünümdedir. Dışa yönelik kemerli pencereleri, kemer hizasında devam eden yatay silmeler, madalyonlar barok mimariyi yansıtmaktadır. Yapının üzerini örten çatı plasterlerle desteklenmiş, buradaki madalyonlara kurdeleler eklenmiş, pencere aralarında ve onların altında yatay ve düşey bitkisel motifli panolara yer verilmiştir.


Beykoz Kasrı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesinde, tarihi Hünkâr İskelesi’nin güneyinde bulunan bu kasır Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Sultan Abdülmecit için yaptırılmıştır. Kasrın mimarı Balyan ailesinden Nigogos ve Sarkis Balyan’dır. Kasrın yapımına 1855 yılında başlanmış, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Sait Paşa tarafından on bir yıl sonra 1866 yılında tamamlanmış ve o sırada tahta geçen Sultan Abdülaziz’e armağan edilmiştir.

İstanbul’u ziyaret eden Fransa İmparatoriçesi Eugenie şerefine Beykoz Çayırı’nda düzenlenen av partileri sırasında buraya bir pavyon eklenmiştir. Ancak bu pavyondan günümüze hiçbir iz gelememiştir. Bununla ilgili bilgiler eski fotoğraflardan edinilmektedir.

XX. Yüzyılın başlarına harap bir durumda gelen kasırda önce bir Darül Eytam, sonra Trahom Hastanesi açılmış, bir süre göçmenler burada iskân etmiş, daha sonra da ordu emrine verilmiştir. Sağlık Bakanlığı 1953 yılında bu kasrı onarmış ve klinik olarak kullanmıştır. 1963’te Beykoz Prevantoryumu olmuştur. Günümüzde Beykoz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastanesi olarak kullanılmaktadır.

Beykoz Kasrı Boğaziçi’nde yapılan ilk kâgir ve Neo-Klasik üslupta yapılan bir yapıdır. Cephe kaplamasında kullanılan taşlar İtalya’dan getirilmiş, bunların yanı sıra yer yer beyaz mermerlere de yer verilmiştir. Kare planlı olan yapı iki katlıdır. Katların ortasında sofa, bunun çevresinde de odalar bulunmaktadır. Katlar arasındaki yükseklik 8 m. yi bulmaktadır. Sofanın ortasında camekân ve fener kasrın üç katlı olarak algılanmasına neden olmaktadır. Odaların arasında beyzi planlı merdiven sofası, merdivenin karşısında da yine beyzi bir salon bulunmaktadır. Deniz ve kara tarafındaki cephelere dört kolon üzerine oturtulmuş dikdörtgen planlı geniş balkonlar eklenmiştir.

Kasrın ana girişi deniz tarafındadır. İç mekânlarda beyaz somaki mermerler kullanılmış, duvarlarına büyük boyda endam aynaları yerleştirilmiştir. Kasır gecelemek için düşünülmediğinden mutfak, hamam ve servis bölümlerine yer verilmemiştir. Çevresi teraslarla kuşatılmıştır. Bu nedenle de kasır kademeli bir piramit şeklinde gittikçe genişleyen bir teras kaide üzerine oturtulmuştur.

200 dönümlük bir arazi içerisinde bulunan kasrın bahçesinde manolya, çam ve ıhlamur ağaçlarından oluşan geniş bir koruluk vardır.

Bahçe içerisinde dar ve dolambaçlı bir yolla girilen yapay bir mağaraya kubbeli küçük iki oda yerleştirilmiştir. Bu tür yapay mağaralar XVIII. yüzyıl Avrupa bahçe mimarisinde sık sık kullanılmıştır. Bu odaların duvarları istiridye kabukları ile süslenmiştir.


Aynalı Kavak Kasrı (Beyoğlu)

İstanbul ili Beyoğlu ilçesi Hasköy Aynalı Kavak Caddesi’nde bulunan bu kasır, Osmanlı dönemindeki Tersane Sarayı arazisindedir. Buradaki kasrın ne zaman yapıldığı kesinlik kazanamamıştır. Evliya Çelebi XVII. yüzyılda burada bir hamam, sofa ve şadırvan olduğunu belirttikten sonra bu kasrın Fatih Sultan Mehmet zamanında ilk defa yapıldığına değinmiştir. Ardından da Sultan İbrahim zamanında yenilendiğini belirtmiştir. Naima Tarihi’nde de Sultan I.Ahmet’in 1613 yılında Edirne’den gönderdiği bir hatt-ı hümayunda Tersane bahçesinde bir kasır yapılmasını istediğini yazmıştır.

Sultan I. Ahmet (1603–1617) 1614’te İstanbul’a döndüğünde bu kasrı ziyaret etmiş ve yanında da bir çiçek bahçesi düzenlenmesini istemiştir. Kasrın yapımını Kaptan-ı Derya Halil Paşa üstlenmiştir. Kasır 1677 yılında yanmış ve Sultan IV. Mehmet tarafından 1679’da yenilenmiştir. Sultan IV. Mehmet 1677 yılında Haremi ile birlikte bir süre bu kasırda yaşamıştır. Ancak bu dönemde çıkan bir yangın yapıya zarar vermiştir. Fındıklılı Mehmet Ağa Tarihinde Polonya seferinden dönen Sultan IV. Mehmet’in şerefine üç gün üç gece kasrın önünde şenlikler düzenlendiğini yazmıştır. Padişah da gemilerden, kayıklardan oluşan denizdeki bu şöleni kasırdaki kafesli köşkten seyretmiştir.

Osmanlı tarihine geçen bu kasırla ilgili bir başka şenlik daha bulunmaktadır. Sultan III. Ahmet zamanında Padişah 1720 yılında dört oğlu ile birlikte Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın oğlunu ve yoksul çocukları burada sünnet ettirmiş, 30 gün süren şenlikler yapılmıştır.

Tersane Sarayı’nın Aynalı Kavak Sarayı ismini alması XVII. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Sieur du Loir 1654’te sarayın görkemli aynalarla kaplı olduğunu belirtmiştir. Pasarofça Antlaşması (1718) sonrasında Venedik Cumhuriyeti’nin Osmanlı sarayına hediye ettiği aynalar kasrın dairelerini süslemiştir. Bu yüzden de kasrın ismi halk arasında Aynalı Kavak Kasrı’na dönüşmüştür.

Bu dönemde yapılmış olan Surnâme-i Vehbi’nin minyatürlerinde bu kasır resmedilmiştir. Minyatürlere göre direkler üzerinde denize taşan üç sofalı bir yapı idi. La Motrae 1727 yılında bu kasrı görmüş, üzerinin zengin nakışlı bir kubbe ile örtülü olduğunu, bunun dışında kalan alanların da çatı ile kaplı olduğunu yazmıştır.

XVIII. yüzyılda kasır terk edilmiş, bazı binaları Sultan Abdülhamit’in Sadrazamı Koca Yusuf Paşa tarafından 1766–1787 yıllarında onarılmıştır. Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’nın Tersane’yi genişletmesi sırasında bu yapılardan bazıları yıkılmış ve Tersane’ye katılmıştır. Kalan yapılar da 1787–1788 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında erzak ambarı olarak kullanılmıştır.

Sultan III. Selim 1791’de Balyan ailesinden Kirkor Balyan’a kasrı tamir ettirmiştir. Bununla beraber Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmut ve Sultan II. Abdülhamid zamanında Tersane’ye yapılan eklerden dolayı kasır Haliç’ten içeride kalmıştır. Bu nedenle günümüze gelen Aynalı Kavak kasrı’nın ön cephesi kara tarafında kalmıştır. Arazi eğiliminden ötürü iki katlı olan kasrın Haliç yönündeki cephesi üç katlıdır. Planı kuzeydoğu-güneybatı ekseninde salonlardan meydana gelmiştir. Güney cephesinin ortası hafif bombeli olarak yükseltilmiş olup, sade bir görünümdeki sahanlıktan yapıya girilmektedir. Bunun karşısında giriş holü ile merdivenler bulunmaktadır. Arazi eğiliminden ötürü bu bölümün altında hizmet odaları yapılmıştır.

Giriş holünün solunda yan odalar ve servis bölümleri, büyük sofa bulunmaktadır. Haliç’e yönelik eyvan şeklindeki salonun iki tarafında simetri göstermeyen dört oda bulunmaktadır. Bu bölüm kasrın harem bölümüdür.

Giriş holünün sağındaki bölüm üç eyvanlı bir divanhane ve ona bağlı bir arz odasından meydana gelmiştir. Kasrın en önemli mekânları olan bu odalardan arz odasının üzeri kubbelidir. Divanhanenin pencereleri üzerinde Yesarizâde’nin talik yazı ile yazdığı Enderuni Fazıl’ın Aynalı Kavak Kasrı’nı öven şiiri bulunmaktadır. Divanhaneden geçilen arz odasının pencereleri üzerinde de Yesarizâde’nin talik yazı ile yazdığı Şeyh Galib’in Sultan III. Selim’i öven şiiri bulunmaktadır.

Kasrın selamlığı olarak nitelenen bu bölümün bezemeleri son derece zengindir. Bezeme yönünden kasrın en önemli bölümü divanhane ile arz odasıdır. Buradaki pencerelerin arasında basık kemerlerle birbirine bağlanmış dekoratif kolonlara yer verilmiştir. Bu bölümde kemer ayaklarının içerisi mermer levhalar ve aynalarla kaplanmıştır. Bugün müze özelliği taşıyan bu kasrın arz odası, divanhanesi duvarlarını çepeçevre dolaşan yazıtları, alçı şebekeli pencereleri, Sultan III. Selim tuğralı barok ve rokoko üslubunda bezemeler burada görülmektedir.


Ihlamur Kasrı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi Ihlamur Yolu’nda bulunan bu kasrın olduğu yerde Hacı Hüseyin Bağı olarak tanınan bir mesire yeri bulunuyordu. Bu mesirenin miriye geçmesinden sonra Padişah için bir bağ evi yapılmış ve halk arasında da Hacı Hüseyin Bağı Köşkü olarak tanınmıştır. Bu köşk Sultan I. Abdülhamit (1774–1789), Sultan III. Selim (1789–1807) ve Sultan II. Mahmut (1808–1839) tarafından kullanılmıştır. Sultan I. Abdülhamit dönemi sadrazamlarından Seyyid Mehmet Paşa burada bir namazgâh yaptırmış, Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmut zamanında ok atışları sonunda buraya nişan taşları dikilmiştir.

Sultan Abdülaziz bu köşklerin bahçesinde horoz ve koç dövüşleri ile güreş müsabakaları yaptırmıştır. Sultan V. Mehmet Reşat sık sık buraya gelmiş, İstanbul’u ziyaret eden konuklarını, özellikle Sırp ve Bulgar krallarını 1910’da burada ağırlamıştır.

Fransız şair Alphonse de Lamartine bu köşkün dört köşeli bir planı olup, salonun ortasında fıskiyeli bir havuzun bulunduğunu, oldukça sade olduğunu belirtmiştir.

Sultan Abdülmecit bu köşkün yerine 1849–1855 arasında iki yeni biniş kasrı ile bir de çeşme yaptırmıştır. Buradaki mesirede düzenlenen av partileri ve ok talimleri sonunda dinlenme yeri olarak kullanılmıştır.

Sultan Abdülmecit Balyan ailesinden Nigogos Balyan’a burada Merasim Köşkü ve Maiyet Köşkü olarak isimlendirilen iki kasır yaptırmıştır. XIX. yüzyıl Avrupa mimarisi üslubunda yapılan köşklerden Merasim Köşkü günümüzde Ihlamur Kasrı olarak tanımlanan yapıdır. Yüksek bir su basman kaide üzerine tek katlı, kesme taştan dikdörtgen planlıdır. Cephesi dönemin saray mimarisine uygun olarak girlantlar, istiridye kabuğu motifleri, vazolardan çıkan çiçekler, salkımlar ve ayrıca sütunçelerle bezenmiştir. Giriş cephesindeki iki yönlü merdiven ve balkon yapının cephesindeki en dikkat çeken bölümdür. Giriş holünün iki yanında iki oda ile çatıya çıkışı sağlayan bir ara mekân bulunmaktadır. Cephesi son derece bezemeli ve hareketli olan yapının içerisi oldukça sadedir.

Merasim Köşkü’nün biraz ilerisindeki Maiyet Köşkü daha da sade bir yapı olup, iki katlıdır. Bu yapıya da giriş cephesindeki iki kollu bir merdivenle ulaşılmaktadır. Girişin ortasında bir hol merdivenler ve köşelerde de dört adet oda bulunmaktadır.

I.Dünya Savaşı sonrasında ve Cumhuriyet döneminde boş ve bakımsız kalan köşkler 1951 yılında İstanbul Belediyesi’ne verilmiştir. İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay Maiyet Köşkü’nde Tanzimat Müzesi’ni kurmuş, Merasim Köşkü’nü de ziyarete açmıştır. Köşkler 1966 yılında TBMM Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı’na devredilmiştir.


Maslak Kasırları (Sarıyer)

İstanbul ili Sarıyer ilçesi Büyükdere Caddesi’nde, İstinye ile Tarabya kavşaklarının birleştiği noktada, Haznedar Çiftliği içerisinde bulunan Maslak Kasırları’nın bulunduğu alandaki ilk yapılanma Sultan II. Mahmut (1808–1839) döneminde başlamış, Sultan II. Abdülhamid’in (1876–1909) veliahtlığı sırasında da av ve dinlenme alanı olarak düzenlenmiştir. Bununla beraber bu alandaki yapıların yapım tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Büyük olasılıkla da Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde, 170.000 m2’lik koruluk alanda yapıldığı sanılmaktadır. Kasr-ı Hümayun, Mabeyn-i Hümayun, Çadır Köşkü, Paşalar Dairesi ve Limonluk günümüze gelebilen yapılardır.

Sadrazam Rüştü ve Mithat paşalar Kasr-ı Hümayun’a gelerek yaşamının büyük bir kısmını veliahtlığı sırasında burada geçiren Sultan Abdülhamid’i Osmanlı tahtına çıkmaya burada davet etmişlerdir. Sultan V. Mehmet Reşat da zaman zaman buraya gelmiş ve dinlenmiştir. Osmanlı kaynaklarından Sultan II. Abdülhamid’in oğullarından Nureddin Efendi’nin annesi ile birlikte burada oturduğu öğrenilmektedir.

Bu köşklerden Kasr-ı Hümayun arazi eğimine göre iki katlı olarak yapılmıştır. Yarı kâgir olarak yapılan kasrın birinci katına kadar bölüm taştan, bunun dışında kalanlar ahşaptandır. Girişin üzerinde yer alan ve görkemli sütunlara oturan balkonla, üst kata çıkan merdivenler barok üsluptadır. Buradaki bezemeler doğa ve mimariden alınmıştır.

Cephe düzeninde pencere dizileri ile çatı katının pencereleri uyumlu bir düzen içerisinde yapılmıştır. Katlar arasında saçaklar, silmeler bulunmaktadır. Ayrıca cephe duvarlarının köşelerine geniş plasterler ve pervazlar yerleştirilmiştir. Orta sofa etrafında sıralanmış salonun ve odaların tavan ve duvarları zengin bir dekoratif bezeme ile kaplanmıştır. Özellikle tavanlardaki kalem işleri, natürmortlar doğadan esinlenilmiş resimlerle bezelidir.

Kasr-ı Hümayun’da Sultan II. Abdülhamid’in çalışma ve yatak odaları bulunmaktadır. Haluk Şehsuvaroğlu bu odalarda padişahın yaptığı ve üzerinde A.H yazılı aynalı bir kapıdan yatak odasına geçtiğini belirtmiştir. Ayrıca burada ceviz bir karyola, sedefli bir masa bulunduğunu da eklemiştir.

Mabeyn-i Hümayun Kasrı, kasırların bulunduğu alanın kuzeybatısında yer alan küçük tek katlı bir yapıdır. Mermer basamaklı girişin sağ ve solunda birer oda, arkasında da büyük bir salon bulunmaktadır. Bu salon geniş bir kapı ile büyük bir seraya açılmaktadır. Kasrın cephesinde pencereleri çevreleyen tuğlalarla dekoratif bir görünüm sağlanmıştır. Ayrıca basık kemerli, kepenkli, yüksek pencereler iki mermer sütunun taşıdığı, döküm korkuluklu balkon da cepheye ayrı bir görünüm sağlamıştır.

Köşkün seraya açılan odasının tavanları kalem işleri ile bezenmiş, duvarlara altın varaklı büyük kristal aynalar ile porselen bir şömine yerleştirilmiştir. Buradaki kapıların kornişlerinde aynanın üzerinde ve seranın kapısında Sultan II. Abdülhamid’in A.H markası işlenmiştir.

Kasr-ı Hümayun’un kuzeybatısında Çadır Köşkü yer almaktadır. Köşk alt katta ocaklı bir mekân ile üst katta tek bir odadan meydana gelmiş sekizgen planlı bir yapıdır. Üst kattaki odaya mermer basamaklı çift yönlü ve demir korkuluklu bir merdivenle çıkılmaktadır. Köşkün etrafı balkonla çevrili olup, balkon korkulukları, çatı saçakları ve direkler ahşap bezemelerle doldurulmuştur.

Kasr-ı Hümayun’un kuzeydoğusundaki Paşalar Dairesi, Kasr-ı Hümayun’a paralel olarak yapılmıştır. Büyük olasılıkla bu yapı kasırları korumaya yönelik olarak yapılmıştır. Mabeyn-i Hümayun’u tarihi su deposuna bağlayan bahçe duvarı Paşalar Dairesi’ni her iki yapıdan ayırmaktadır. Kâgir ve tek katlı olan yapının iki ayrı girişi vardır. Ana girişin iki kanadında koridorlara açılan odalar sıralanmıştır. Girişin sol tarafında ise içerisinde külhanın da bulunduğu bir hamam vardır. Bu hamam bahçe yönünden ikinci bir giriş vardır. Paşalar Dairesi’nin cephe görünümündeki dekorlar ile pencere dizileri Mabeyn-i Hümayun’a benzemektedir.

Cumhuriyet döneminde I.Ordu ve Gülhane Askeri Tıp Akademisi tarafından prevantoryom ve malzeme deposu olarak kullanılan Limonluk 1981’de TBMM Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı’na devredilmiştir.

Kasırların bahçesinde Sultan II. Abdülhamid’in Fransa’dan getirttiği kamelya ağaçları, Grolto ve Cycos ağaçları bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli çiçek ve ağaç örnekleri de burada bulunmaktadır.

Maslak Kasırlarının bulunduğu arazide çeşitli havuzlar ve büyük ölçüde göletler de bulunmaktadır. Günümüzde TBMM Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı yönetiminde müze olarak ziyarete açıktır.


Ayazağa Kasırları (Şişli)

İstanbul, Şişli ilçesi Ayazağa Köyü yakınında, eski Haznedar Çiftliği arazisi üzerinde bulunan bu kasırların bulunduğu alana Sultan II. Mahmut sık sık avlanmaya gelirdi. Bu nedenle de burada iki katlı bir kasır yaptırılmış, kasrın ve arazinin bakımı ile Başsilahtar Ali Ağa görevlendirilmişti.

Ayazağa’da günümüze gelen kasırlar Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde Ser Mimarı Devlet olarak tanınan Sarkis Balyan tarafından yaptırılmıştır. Bu yapılar II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra ordunun hizmetine verilmiş ve I. Dünya Savaşı sırasında Süvari Astsubay Mektebi olarak kullanılmıştır. Bunlardan ana yapı 1930’lu yılların başında onarılmış ve Süvari Yedek Subay Okulu’nun müştemilatı arasında kalmıştır. Ordudan süvari sınıfının kaldırılmasından sonra 1960 yılında Jandarma sınıfına tahsis edilmiş, 1973’te onarılmıştır. Ardından da İstanbul Kültür ve Sanat Vakfına tahsis edilmiştir.

Bu kasırlar arasında tarihi yapıların en büyüklerinden olan Ayazağa Kasrı 21.50x20.50 m. ölçüsünde kare planlı, bodrum, zemin, birinci kattan meydana gelmiş, çatı ile örtülü kâgir bir yapıdır. Büyük olasılıkla bu kasır Sultan II. Mahmut döneminde yapılan ilk kasrın temelleri üzerine oturtulmuştur. Kasrın birbirine simetrik iki giriş kapısı bulunmaktadır. On iki basamakla çıkılan sahanlıktan sonra yapının tümünü kaplayan 16.00x17.50 m. ölçüsünde büyük bir salon bulunmaktadır. Bu salonun köşelerine de daha küçük birer salon yerleştirilmiştir.

Kasrın dört tarafına, dikdörtgen pencereler birbirine simetrik olarak yerleştirilmiştir. Katlar arasında ince bir silme dikkat çekmektedir. Yapının içerisi ahşap kasetler ve çeşitli motiflerle bezenmiştir. Ayrıca kasrın duvarları Sultan Abdülaziz’in İngiltere’den getirttiği çinilerle kaplanmıştır.

Bu kasırlardan ahşap kasrın önünde köfeki taşından yapılmış 100.00x20.00 m. ölçüsünde 2.50 m. eninde büyük bir havuz bulunmaktadır. Bu havuzun suyu köşklerin önünü kapatan doğal kaya parçalarının arasından akmaktadır. Bu su Dertlipınar olarak isimlendirilmiştir. Büyük olasılıkla bu havuz Sultan II. Mahmut zamanına aittir. Ahşap kasır 10.00x16.00 m. ölçüsünde büyük bir salon ve onun arkasında da iki küçük oda bulunmaktadır. Bu küçük odalardan biri kahve ocağı, diğeri de havuzda padişaha gösteriler yapan Enderun Ağaları’nın soyunma yeridir. Salonun dip köşesine de biri küçük olmak üzere iki çeşme yerleştirilmiştir. Salon XIX. yüzyıl üslubunda kalem işi ve bezemelerle süslenmiştir. Ahşap kasrın salonu gotik üslupta vitraylı pencerelerle aydınlatılmış, üzerini örten ahşap çatısı geniş konsollarla dışarıya taşırılmıştır.


Sepetçiler Kasrı (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Sarayburnu’nda bulunan bu kasır Topkapı Sarayı’nın Sarayburnu’ndaki iki kıyı köşkünden birisidir. Diğer köşk ise Yalı Köşkü’dür. Sepetçiler Kasrı’nın bulunduğu yerde saraya ait kayıklar bulunuyordu. G.J. Grelot buradaki kayıklar ve küçük kadırgalar için 5–6 tane kayıkhane olduğunu yazmıştır. Sepetçiler Kasrı’nda Yalı Köşkü’nde olduğu gibi Osmanlı sultanları donanmanın sefere çıkışını veya dönüşünü seyrederlerdi.

Sepetçiler Kasrı Bizans İmparatoru II. Theodosius zamanında yapılan surların üzerine inşa edilmiştir. Kasrın yapımına Sultan III. Murat (1574–1595) döneminde Sadrazam Sinan Paşa tarafından 1591’de başlanmış, Ferhat Paşa’nın sadrazamlığının ilk yılında da tamamlanmıştır. Kasrın mimarı Davut Ağa olup, yapımında Dalgıç Ahmet Çavuş ve Nakkaşbaşı Lütfi Ağa’nın da yardımları görülmüştür. Yapımında kullanılan kırmızı mermerler Darıca ve Rusçuk’tan, çinileri İznik’ten getirilmiştir. Yapımında kullanılan demir aksam ve çiviler de Samakoy ve Selanik’ten getirilmiştir.

Kasrın kapı kemeri üzerindeki kitabesinden öğrenildiğine göre; Sultan İbrahim (1640–1658) döneminde 1643’te yeniden yapılmış, Sultan I. Mahmut (1730–1754) döneminde 1739’da yenilenmiştir. Bunun ardından XIX. yüzyıl ortalarında da yeni bir onarım yapılmıştır. Bu onarımlar yapının mimari üslubunu değiştirmemiştir.

Osmanlı döneminde yapılmış köşklerin en görkemlilerinden olan Sepetçiler Kasrı ile ilgili çeşitli söylentiler bulunmaktadır. Bunlardan birisine göre; Edirne Sarayı’nda yükseltilmiş fevkani yapılara sepetçi veya sultani ismi veriliyordu. Bu nedenle de bu kasra Sepetçi denilmiştir. Bir başka söylentiye göre de Sultan İbrahim bu kasrın arkasında bulunan hazırcı ve sepetçi esnafını korumuş, buradaki eski köşkü yeniden yaptırmaya karar verdiği zaman sepetçi esnafının yardımlarını görmüştür. Kasrın yapımından sonra çevresindeki sepetçi esnafı çalışmalarını sürdürmüş ve sepetçilerin burada bulunmasından ötürü de kasra bu isim verilmiştir.

Sepetçiler Kasrı kesme taştan kare planlı, üzeri kubbeli dört köşesi eyvanlı mimari bir düzen göstermektedir. Bu kubbe ahşap olup, çatı içerisine gizlenmiştir. Üzeri kubbeli olan kare mekândan çıkmalarla dışa taşan eyvanlı bölümler yarım kare plan göstermektedir. Mu mekânın önünde üç bölümlü ortası kubbeli, iki yanı tonozlu bir giriş kısmına yer verilmiştir. Bu mekânın altında servis bölümleri bulunmaktadır.

Sepetçiler Kasrı I.Dünya Savaşı sırasında askeri ecza deposu olarak kullanılmış, 1955 yılında sahil yolunun açılışı sırasında istimlâk edilme konumuna gelmişse de tarihi özelliğinden ötürü bundan vazgeçilmiştir. Uzun süre kendi haline terk edilen yapı 1980 yılında Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir. Bunun ardından Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü kasrı 1990 yılında onarmış ve Basın Merkezi ve kafeterya olarak kullanmıştır. Eminönü Hizmet Vakfı 1998 yılında kasrı restore etmiştir. Günümüzde Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün Uluslararası Basın Merkezi olarak kullanılmaktadır. Bir bölümü de özel bir şirket tarafından restoran ve bar olarak işletilmektedir.


Hıdiv Kasrı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi Çubuklu’da geniş bir koru içerisinde yer alan Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın kasrı Çubuklu Sarayı veya Çubuklu Kasrı olarak tanınmaktadır.

Mısır valileri arasında egemenlik hakkını Sultan Abdülaziz’den (1861–1876) 1866’da elde eden ilk hıdiv olan İsmail Paşa İstanbul’da Emirgân Korusu’nda yerleşmiş, buradaki kıyıda ahşap bir saray, arkasındaki korulukta da dört köşk yaptırmıştı. İsmail Paşa’nın 1892’de ölümünden sonra yerine oğlu Abbas Hilmi Paşa geçmiştir. Almanya ve Avusturya’da eğitim gören Abbas Hilmi Paşa İngiliz sömürgeciliğine karşı çıkmış bu nedenle de Osmanlı devletinin desteğini aramıştır.

Abbas Hilmi Paşa 1903 yılında Çubuklu kıyısındaki iki ahşap yalıyı satın almış ve bir süre burada yaşamıştır. Ardından yalının arkasındaki 270 dönümlük bağ ve bahçelik araziyi ağaçlandırmış ve içerisine de batı mimari üslubunda bir kasır yaptırmıştır. Kasrın mimarı İtalyan Delfo Seminati’dir.

İtalyan mimarisinin etkisi altında yapılan bu yapı Toscana Villası görünümünde olup, mermer ve kesme taştan olan bu kasrın orta mermer holü antik çağın Roma rotondosu üslubundadır. Zemin kattaki lambrili salonları dönemin moda üslubu olan Art Nouveau üslubunda yapılmıştır. Kasır mermer teraslarla çevrilmiş ve bunun üzerine de yüksek bir kule yerleştirilmiştir.

Kasır güneye ve doğuya bakan L harfi şeklinde bir plan düzeninde olup, burada birbirlerine dik iki kanatla, bunların uçlarını birleştiren çeyrek daire biçimli bir bölümden meydana gelmiştir. Bodrum üzerinde üç katlı olup, zemin katta geniş salonlar, birinci katta yatak odaları, diğerlerinden daha basık olan ikinci katta da hizmetli odaları yer almaktadır.

Kasrın ana giriş katındaki holün pencere ve kapıları kurşunlu vitraylıdır. Bunlar başta üzüm salkımı desenleri olmak üzere çeşitli bitkisel motiflerle süslenmiştir. Ana giriş katındaki holün ortasında anıtsal bir çeşme bulunmaktadır. Bu bölümün üzeri açık olup, zengin vitraylı camlarla örtülmüştür. Giriş katında çifter çifter toplam on altı masif mermer sütunun yer aldığı anıtsal çeşmenin ortasında 1.80 m. yüksekliğinde mermer bir fıskiye bulunmaktadır. Bu çeşme sularını zeminde yer alan alçak bir havuza dökmektedir. Holün ve havuzun arkasındaki cephede üst kattaki yatak odalarının bulunduğu bölüme çıkan bir asansör vardır. Asansörün her iki kata yönelik cephesi sarı pirinç metalden yapılmıştır. Giriş katın cephesindeki camlar prizma şeklinde kristal kareler halindedir.

Holün sağında binanın dıştan düz cephesini oluşturan mermer bir salon bulunmaktadır. Ana kapıdan sonra iki yöne doğru mermer bir koridor uzanmaktadır. Sağ taraftaki koridordan iç içe iki odaya girilmektedir. Sol taraftaki koridorun tavanı ise aynalı kristal ışıklı köşe sütunlarına açılır. Aynı zamanda buradaki salon yuvarlak büyük pencerelerle mermer salona bakmaktadır.

Ana giriş kapısının arkasında bulunan boşluktaki mermer masif merdivenlerle birinci kata çıkılmaktadır. Burası yuvarlak bir koridor şeklinde olup, aşağıdaki havuza, yukarıdaki de vitraya açıktır.

Kasrın çevresi koruluk olup, bu koruluğun içerisinde 100–300 yıllık meşe, ıhlamur, çam ve sedir ağaçları bulunmaktadır. Ayrıca bu koruluktaki bülbüller İstanbul yaşantısında ün yapmıştır.

Hıdivin 1944’te ölümünden sonra kasır 1937–1983 yıllarına kadar metruk kalmıştır. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu bu yapıyı kiralayarak restore etmiştir. İç döşemesini Art Nouveau üslubunda düzenlemiştir. Bundan sonra da kasır ziyarete ve restoran olarak da halkın ziyaretine açılmıştır. Kasır Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’ndan İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından geri almış olup, belediye tarafından işletilmektedir.


Bebek Kasrı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde bulunan ve günümüze ulaşamayan Bebek Kasrı, Bebek Bahçesi içerisinde yer alıyordu. Evliya Çelebi ve Vakanüvis Asım Efendi bu kasrın Sultan I. Selim (1512–1520) zamanında yapıldığını belirtmişlerdir. XVI.-XVII. yüzyılda kendi haline terk edilen Bebek Bahçesi ile bu kasır 1725 yılında yeniden yapılmış ve Hümayunâbâd ismini almıştır.

Kasrın plan ve cephe görünümü ile ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber kaynaklardan kasrın Sultan I. Abdülhamit döneminin sonlarında iki kez onarım geçirdiği öğrenilmektedir. Yalnızca XVIII. yüzyılda İstanbul’a gelen Fransız Büyükelçisi Choiseul Gouffier tarafından yaptırılmış gravürden ve Jouannin imzalı kopyasından bu kasırla ilgili kısmen de olsa bilgi edinilmektedir. A.Du Beaumont’un 1849’da yaptığı bir gravürde bu kasrın mimari yapısı kısmen de olsa görülmektedir. Bu gravüre göre kasrın alt katı iki taraftan bahçe duvarları ile uzatılmış, ortasına kasır yerleştirilmiştir. İki katlı olan kasrın alt katında ikinci derece odalar ve giriş holü bulunmaktadır. Kasrın asıl oturulan mekânı ikinci kattadır. Burada ortada denize taşkın üç sofalı büyük bir divanhane, bunun iki tarafında ve daha arkasında odalar bulunmaktadır.

Aynı dönemde Antoine-Ignace Melling’in yapmış olduğu gravürde de kasrın üç bölümden meydana geldiği, ortadaki bölümün diğerlerine göre çıkıntılı olduğu anlaşılmakta ve diğer bilgileri de pekiştirmektedir. Gravürlere göre denize taşkın üç sofalı büyük divanhanenin cephesi tümü ile sıra halinde pencere dizisi ile kaplı idi. Bunların üzerinde kapaklar bulunuyordu. Bu kapaklardan üsttekiler gölge yapsın diye alttakilerden daha geniş tutulmuştur. Kasrın mimari bezemesi ampir özelliklerini taşıyordu.

XIX. yüzyılda Bebek Kasrı çok az kullanılmış olmasına rağmen Reisülküttab ile Avrupalı elçilerin gizli yaptıkları toplantılara sahne olmuş ve bu yüzden de Konferans Köşkü ismini almıştır. Kasır Sultan Abdülmecit zamanında 1846 yılında yıktırılmıştır.

Cumhuriyetin ilanından sonra bu kasrın bulunduğu yerde Bebek Gazinosu yapılmış, daha sonra gazino istimlâk edilmiş yerine Bebek Parkı yapılmıştır. Günümüzde bu park içerisinde tarihi çınarlar ile Şair Fuzuli’nin heykeli bulunmaktadır.


Çağlayan Kasrı (Şişli)

İstanbul Şişli ilçesi, Kâğıthane Deresi vadisinde Haliç’e dökülen Kâğıthane Deresi yanında bulunuyordu. Bu kasır Sultan Abdülaziz (1861–1876) tarafından 1862–1863 yılında yaptırılmıştır. Mimarları Balyan ailesinden Agop Balyan ile Sarkis Balyan’dır.

Çağlayan Kasrı günümüze gelememiştir. Ancak bu kasırla ilgili belgelerden bilgi edinilmektedir. Kasır Kâğıthane Deresi’nin iki tarafı rıhtımlı bir kanala dönüştürüldüğü noktada bulunuyordu. Kâğıthane Deresi’nin suları kasrın önünde, buradaki kanalın içerisinde açılmış bent üzerinden akarak çağlayanlar oluşturuyordu. Sonra da kasrın duvarlarına bitişik bir havuzun içerisinde toplanarak kanal içerisine akıyordu.

Çağlayan Kasrı plan olarak daha önce burada bulunan bir köşkün planına uygun ancak, ondan daha büyük ve görkemli yapılmıştır. İki katlı ahşap kasır L biçiminde bir plan düzeninde idi. Bu plan düzeninde iki kanadın birleştiği köşeye valide sultan dairesi yerleştirilmişti. Her iki kanat da ayrı ayrı simetrik plan şeklinde idi. Kasrın kanala bakan cephesi harem bölümünde olup, bir ucunda valide sultan dairesinin bir bölümü, diğer ucunda da kalfalar dairesi vardı. Orta bölümde dört kadın efendiye özel birer daire ayrılmıştı. Kanala bakan cephe barok konsollara oturtularak suyun üzerine taşırılmıştı. Bununla beraber kasrın avlu cephesi simetrik olmayıp, her dairenin ayrı birer girişi vardı. Yalnızca birinci kadın dairesi ile kalfalar dairesinin girişleri diğerlerinden farklı biçimde idi.

Kasrın bahçeye bakan kanadı selamlık dairesi idi. Bir köşesinde ise valide sultan dairesinin diğer bölümü bulunuyordu. Bunun yanında mabeyn ve hünkâr dairelerine yer verilmişti. Kasrın ortasındaki mabeyn dairesi çıkmalarla belirgin biçimde ortaya konulmuş, girişi harem avlusuna açılıyordu. Valide sultan ile hünkâr dairelerinin girişleri ise doğrudan doğruya bahçeye açılıyordu. Hünkâr dairesinin ise selamlık avlusuna açılan ikinci bir girişi daha vardı.

Kasrın valide ve hünkâr dairelerinin giriş salonları barok üslupta merdivenlerle ikinci kata çıkıyordu. Harem bölümündeki ara katta bulunan bir koridor önce valide sultan dairesinin sofasına, sonra da hünkâr dairesine geçişi sağlıyordu.

Kasrın Cephe düzeni ise simetrik olup, her bir dairenin geniş sofası cephede birer çıkma ile açıkça belirtilmişti. Kasır Sultan II. Abdülhamit (1876–1909) döneminde zaman zaman onarılmış ve 1940 yılına kadar ayakta kalmıştır. Ancak bu tarihten sonra kasrın malzemesi sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır. 1952 yılında ise bu kasrın arsasına İstihkâm Yedek Subay Okulu inşa edilmiştir. Günümüze kasırla ilgili hiçbir iz gelememiştir.


Gülhane Kasrı (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Topkapı Sarayı’nın Marmara yönündeki Gülhane Meydanı olarak isimlendirilen düzlük üzerinde buluyordu. Bu kasır Padişahın Gülhane Meydanı’nda yapılan spor müsabakalarını izlemesi için yaptırılmıştır. Sultan II. Mahmut (1808–1839) döneminde yaptırılmış olan bu kasrın yerinde daha önce Lale Devri’nde yaptırılmış Tomak Kasrı’nın bulunduğu sanılmaktadır.

Gülhane Kasrı’nın yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Kasrın yapıldığı yıllarda buradaki spor müsabakalarının yerini geçit törenleri almıştı. Büyük olasılıkla bu kasrın Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı 1826 yılında yapıldığı sanılmaktadır. Sultan Abdülmecit, Gülhane Hattı Hümayunu’nun ilan edildiği 3 Kasım 1839’da burada okunan Tanzimat Fermanı’nı izlemiştir.

Gülhane Kasrı çevresindeki diğer kasırlarla birlikte 1865 yılında yıktırılmıştır. Bugün onunla ilgili bilgiler gravür ve sulu boya resimler ile bazı duvar kalıntılarından anlaşılmaktadır. Bunlara dayanılarak kasrın orta sofalı plan düzeninde olup, dört eyvanlı divanhane şemasının uygulandığı anlaşılmaktadır. Beyzi olarak tasarlanan eyvanlar ile sofaya paralel kavisli duvarlar kasrı sınırlandırmıştır. Giriş batı yönündeki eyvan içerisinden olup, diğer mekânlar bu eksene göre bir simetrik düzende yerleştirilmiştir. Kasrın doğu eyvanı cepheden dışarıya taşırılmış, bu nedenle de daha büyük olarak tasarlanmıştır. Eyvanların aralarında, kuzey ve güney eyvanlarının arkalarında toplam altı oda bulunmaktadır. Sulu boya resimlerinden öğrenildiğine göre sofanın üzeri ahşap beyzi bir kubbe ile örtülmüştür. Eyvanları ve odaları çift sıralı dikdörtgen çerçeveli, kepenkli pencereler aydınlatıyordu. Bunların üzerinde de alçı, dilimli kemerli ikinci sıra pencereler bulunuyordu.


Çiftehavuzlar Kasrı (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesi, Belgrat Ormanı’nda Sultan II. Osman Bendi’nin üzerinde yer alan bu kasır Sultan III. Ahmet (1703–1730) tarafından 1717’de yaptırılmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru harap durumdaki bu kasır Sultan III. Selim (1789–1807) tarafından 1797’de onarılmıştır. Kasır birbirine yakın olan Sultan II. Osman Bendi ile Sultan II. Ahmet Bendi’nden ötürü Çiftehavuzlar olarak tanınmıştır. Kasrın ne zaman yıkıldığı kesinlik kazanamamıştır.

Sedat Hakkı Eldem’in hazırladığı plana göre kasrın merkezi sofalı ve üç eyvanlı bir seyir kasrı olduğu anlaşılmaktadır. Kasrın ortasında dikdörtgen planlı bir sofa ve bu sofaya açılan giriş bulunmakta olup bunun karşısında hünkâra ait dışarıya çıkıntılı bir bölüm bulunuyordu. Girişin iki yanında da yan mekânlar olup, bunların maiyet odaları olduğu sanılmaktadır.


Büyük Bent Kasrı (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesi Belgrat Ormanları’nda Büyük Bent’in yakınında yer alan bu kasır kesin olmamakla beraber Sultan III. Ahmet (1703–1730) tarafından 1717 yılında yaptırılmıştır. Büyük Bent Kasrı padişahın Sadabat’tan yola çıkarak Belgrat Ormanı’ndan geçip saltanat kayığına bindiği yol güzergâhı üzerinde bir takım köşkler ve kasırlar yapılmıştı. Büyük Bent Kasrı da bunlardan biridir.

Kasır XVIII. yüzyılın sonlarına doğru harap olmuş, Sultan III. Selim (1789–1807) tarafından diğer kasır ve köşklerle birlikte onarılmıştır. Günümüze bazı temel kalıntıları dışında hiçbir izi kalmayan bu kasır Jean Baptiste van Mour’a ait bir tablo ile Melling’in bir gravüründe görülmektedir. Bunlara dayanılarak bent üzerine yerleştirilen kasır arkasındaki yamaçlara bakan ormanla ve önündeki vadiye hakim yerde yapılmıştı. Tek katlı ahşap olan kasrın tasarımında simetriye önem verilmemiştir. Kasırda göle bakan ve vadiye bakan bölümler ile kızlarağasına ayrılmış bir diğer mekân bulunmaktadır. Bunlardan Hünkâr Odası ile Kızlarağası Odası eli böğründelerle dışarıya taşırılıp genişletilmiştir. Kasrın pencereleri dikdörtgen ve kepenkli olup, tüm cephe boyunca sıralanmıştır.


Nispetiye Kasrı (Beşiktaş)

İstanbul Beşiktaş ilçesi, Bebek sırtlarında bugünkü Etiler’in olduğu yerde, Boğaz’a hâkim bir mevkideki bu kasır Sultan III. Selim (1789–1807) döneminde yapıldığı veya onarıldığı kaynaklarda yazılıdır. XIX. yüzyılın sonlarında Sultan Abdülmecit’in oğullarından Şehzade Süleyman Efendi’ye geçen bu kasır Süleyman Efendi Köşkü ismi ile de tanınmaktadır. Bu dönemde yapılan onarım sırasında özgünlüğünü yitirmiştir.

Cumhuriyet döneminde bir süre kendi haline bırakılan bu kasır 1960 yılında yanmış ve tamamen ortadan kalkmıştır. Yakın tarihlere kadar da kasrın arkasındaki havuz ile bahçesindeki bazı ulu ağaçlar ayakta duruyordu.

Sedat Hakkı Eldem’in yapmış olduğu plan ve restitüsyon projelerine göre kasrın tek katlı, ahşaptan ve enine gelişen bir plan düzeninde olduğu anlaşılmaktadır. Bodrum katı üzerinde merkezi sofalı ve dört eyvanlı divanhane planındaki kasır barok üslupta yapılmıştır. Ortadaki sofa beyzi planlı olup, diğer mekânlar sofanın merkezi ile dik açı şeklinde kesişecek şekilde yerleştirilmiştir. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzun bir eksen üzerine biri Boğaz’a diğeri de arkadaki koruya bakan iki dikdörtgen planlı eyvan yerleştirilmiştir. Güneybatı-kuzeydoğu doğrultusundaki kısa kenarlardaki eyvanlar giriş taşlığına ve ağalara mahsus odalara ayrılmıştır. Sofaya göre zeminden bir seki ile yükseltilen eyvanların köşeleri çeyrek daire şeklinde yumuşatılmıştır. Eyvanların ön ve arka cephelerinde çıkmalara yedişer pencere açılmıştır.

Kasrın güneybatı yönündeki girişin önündeki iki yandan kavisli merdivenlerle çıkılan bir binek sahanlığı bulunmaktadır. Buradan küçük bir hol aracılığı ile orta sofaya ulaşılmaktadır. Giriş sahanlığının sağında ağalara tahsis edilmiş bir oda, solunda da helâlar bulunmaktadır.

Sedat Hakkı Eldem’e göre beyzi sofanın çatısı altına gizlenmiş basık, bağdadi bir kubbe bulunuyordu.

Kaynak : http://www.restorasyonforum.com

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git