Gönderen Konu: Kim neyi nasıl bulmuş?  (Okunma sayısı 33194 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

F@tos

  • Ziyaretçi
Kim neyi nasıl bulmuş?
« : 04 Ağustos 2007, 07:47:09 »




DNA MODELİNİN İCADI İçinde bulunduğumuz yüzyılın en önemli biyolojik buluşu beklendiği üzere bir bilim adamı ekibi tarafından tertemiz bir labaratuarda değil, Cambridge Üniversitesi'ndeki mütevazi odasında atak genç, Amerikalı araştırmacı 26 yaşındaki James Dewey Watson tarafından gerçekleştirildi.


Watson ve 37 yaşındaki arkadaşı İngiliz Kimyacı Francis H.C. Crick'in biyologlarca deoksiribo nükleik asit ya da DNA olarak bilinen olağanüstü bileşiğin yapısını ortaya çıkarma çabaları hep sonuçsuz kalıyordu. 1867'de keşfinden beri DNA'nın her canlının her hücre çekirdeğindeki uzun aşırı ince iplikler şeklinde bulunduğu görülmüştü. DNA'nın vücudumuzun her hücre merkezinde 2 metre sarılmış uzunlukta bulunması şaşırtıcı. DNA altı "yapı taşı''ndan ibarettir. Fosfor, oksijen ve fosforlu bir madde (Fosfat); adlı bir tür şeker, ve nükleik asit bezleri olarak tanına 4 azot bileşiği Watson ve Crick bu yapıtaşlarının görünüşte kendi çoğaltma yeteneği olan bir maddenin temel parçaları olduğunu biliyorlardı.


DNA'nın kendini çoğaltma yeteneği olayları bölünme ve korunması şeklindeki hayati olayları kontrol eder. Hücrenin çoğalma ve bölünme özelliği canlı yaratıkları cansız maddeden ayıran temel etkenlerden biridir. Ve bu nedenle DNA yaşamın temeli sayılmaktadır. Watson ve Cirick'e göre DNA'nın çalışma prensibi bu büleşiğinm yapısı yoluyla en iyi biçimde anlaşılabilecekti. Yıllarca süren ümitsiz çabalardan sonra iki arkadaş 1953 ilkbaharında her biri faklı biçimdeki 6 tamel DNA yapıtaşından birini gösteren el büyüklüğünde saç parçaları kestiler. Daha sonra kimyasal bağların yerine geçen hareketli ek yerleri kullanmak suretiyle parçalar çeşitli şekillerde yapıştırıldı. Aylarca süren çabaları sonuç vermeyince iki arkadaş vazgeçmeye karar verdiler.
Bir gece yarısı Watson helisel bir merdiven rüyası gördü. Ertesi sabah Crick'e rüyasını anlattı. 3 gün ve gece sürekli çalışmadan sonra iki bilimadamı 1920'lerde sanat dünyasını altüst eden kübist heykellerden birine benzeyen tuhaf bir model yaptılar bu günümüzdeki çift helisin ilk modeliydi. Yapılan buluşun devrim niteliğindeki sonuçları iki bilimadamını 1962'de Nobel ödülünü kazandırdığında DNA'nın 3 harfi dünyanın tanınmış kısaltmalarından biri olmak üzereydi...

FERMUARIN İCADI
Fermuar'ın bulunuşu aslında bir zaruriyetten kaynaklandı. 1. Dünya Savaşından önce insanlar giysilerini iri ve kapanması zor olan düğme ile kapatmaya çalışırlardı.Bu sırada ortaya çıkan Whitcomb L.Judson , Chicago'lu bir makine mühendisiydi. Judson o yıllarda Tramvay ve otomobil gelişmelerini incelemekte ve başarılı buluşlara imza atmaktaydı. 1891 yılında Judson, "ayakkabılar için kilit açıcı " buluşuyla ortaya çıktı.


Ancak Judson'un buluşunda birçok tasarım hatası vardı. Yaratıcı zeka'nın bir ürünü olan buluş kaba ve kullanışsız olduğu için tutulmadı. Judson'un şirketinde çalışan Gideon Soundback isimli İsveçli bir genç mühendis "Kancasız20" isimli buluşuyla büyük ilerleme yaptı. Esnek ve güvenilir olması için bağlayıcıların küçük olması gerektiğini farketti. 1913'e kadar bu doğrultuda hareket ederek buluşunu geliştirdi.
1917 'de ABD'nin savaşa girmesiyle birlikte, donanma komutanı binlerce fermuar ısmarlayarak bir gecede Soundback'i zengin etmekle kalmayıp, hepimizin vazgeçemediği ve açık kaldığında rezil olabileceğimiz çok önemli bir buluşun bu günlere kadar taşınmasına yardımcı oldu.
Sonuç olarak, birçok tesadüfi icat gibi, fermuar da bir dizi maceradan sonra bugünkü halini aldı.

OYUNCAK AYININ İCADI
Bir ayı yavrusunu canlandıran oyuncak, biri Almanyada diğeri ABD'de faaliyet gösteren iki ayrı firma tarafından 1902 yılında üretilmeye başlandı. Her iki firma da, üretime kendilerinin daha önce geçtiğini iddia ettiyse de bu konuda kesin bir kanıt bulunmadı.
1902 yılınının 18 Kasım günü, 'Washington Evening Star' gazetesinde bir çizgi resim yayınlandı. Clifford ve Berryman tarafından çizilen bu resimde, dönemin ABD başkanı Theodore " Teddy" Roosevelt, elinde bir ayı yavrusuyla birlikte görülüyordu. Mississippi eyaletinin Louisiana ile olan bir sınır antlaşmazlığını çözümlemek için bölgeye gelen Roosevelt bir av partisi sırasında karşısına çıkan bir ayı yavrusunu vurmayıp kucağına almış ve sevmişti.


Berryman'in çizdiği resim işte bu sahneyi yansıtıyordu. Aynı resmin başka gazetelerde de yayınlanması üzerine başkanın bu hayvan sevgisine hayran olanların sayısı çok fazla oldu. Bunlardan biri de Morris Mitchom adlı bir Rus göçmeniydi. Mitchom Brooklyn'deki küçük dükkanında kendisinin ve karısının tamamen el emeği ile ürettikleri oyuncaklarını satarak geçimini sağlamaya çalışıyordu.
Oğlu Benjamin'in daha sonra anlattığına göre Morris Mitchom Berryman'in çizdiği resimdeki sevimli ayı yavrusunu derhal 3 boyutlu hale getirmeye karar verdi.


Kolları ve bacakları hjarekete edebilecek biçimde yaptığı bir oyuncak ayıyı gazeteden küpürle birlikte dükkanının vitrinine koydu ve altına "Teddy'nin Ayısı" diye yazdı. Ne var ki; otoriter bir ülkeden ABD'ye gelen Mitchom'un içi rahat değildi. Çünkü ABD başkanının adını kendi ürettiği bir oyuncağın satışını kolaylaştırmak için kullanmıştı. Bütün cesaretini toplayıp Beyaz Saray'a bir mektup yazdı ve 'Sayın Başkanın' isminin kullanılması hakkında ne düşünüldüğünü sordu.
Başkanın kendi elyazısıyla gelen yanıtta Mitchon'un istediği izin şu sözlerle veriliyordu " Adımın oyuncak bir ayıya fazla birşey kazandıracağını sanmıyorum. Ama onu dilediğiniz gibi kullanmakta da serbestsiniz." Bu mektup eğer bulunabilseydi, Morris Mitchon'un bu konudaki öncülüğüne büyük ölçüde gün ışınığına çıkaracaktı. Ancak, büyük oğu Joseph Mitchon'uın evrakları arasında olması gereken mektup onun 1951 yılında ölmesinde sonra bulunamadı.


1903 yılında Buttler Bros firması (Toptan oyuncak satan bir kuruluş) Mitchom'un ürettiği tüm Teddy ayılarını satın aldı ve daha sonra üretilecek ayıları da almayı garanti etti. O yıl ile 1938 yılı arasında firma "Ideal Toy Co." adı altında dünyanın en büyük oyuncak üretici soldu.
Böylelikle her yerde gördüğümüz sevimli oyuncak ayılar, yaşamlarına başlamış oldular...


UÇAĞIN İCADI VE WRİGHT KARDEŞLER
İnsanoğlunun uçma hevesi, insanlık tarihi kadar eskidir. Buna rağmen uçaklar ve çeşitli hava araçları 2 yüzyıldır havada...
Modern teknolojinin gelişmesinden önce insan bu eski isteğini yerine getirebilmek için kuşları taklit ederek sonuca varmaya çalışıyordu. Kanatlı araçlar, kanat takan insanlar vs.. tarihte sık rastlanılan olaylardan bazılarıdır.


Yapılan ilk kanatlı alete "Ornithopter" adı verilmiştir. Basit bir ornithopter ağır, hantal, tekerlekli ve kanatları olan bir araçtı. Zarif değildi. Estetik bakımından birçok problemi vardı. Ağır olması yerden kalkmasını zorlaştırıyordu.
Bu problemlerle sağlıklı bir şekilde uçmak imkansızdı. Uçmak için daha değişik yolları düşünmeyen başlayan insanlar daha "hafif" bir çözüm buldular. Balon... Teoride herşey tamamdı. Balonun içindeki gaz, havadan daha hafif olacağı için uçuş gerçekleşebilecekti. Ancak çıkacak bir rüzgarın bu "hafif" balonu nereye götüreceği belli değildi. Aynı şekilde nasıl ineceği de ayrı bir tartışma konusuydu. İnsanoğlu her seferinde olduğu gibi yine hayalkırıklığı içindeydi. Bu işle uğraşan insanlar sadece kuşları seyrederek yetineceklerdi anlaşılan....


Wright Kardeşler Sahneye çıkıyor.....
Ohio, Daytonlu iki bisiklet ustası olan Wilbur ve Orville Wright, 1899'da kuşların nasıl uçtukları hakkında kendilerine ipucu verebilecek herşeyi sistemli bir şekilde incelemeye başladılar. Bilimsel eserlerde ve eski insanların deneyimleri arasında kendi işlerine yarayacak hiçbirşey olmadığını kısa sürede anlayan Wright kardeşler sadece Berlin yakınlarındaki bir tepe üstünden planörle uçuş denemeleri yapan ve bu konuda çok dikkatli notlar tutan Alman mühendisi Otto Lilienthal'in çalışmaları vardı.


Lilienthal kuşların uçmalarını çok yakından incelediği için planörünün bir kuşu andırmasına fazla şaşmamak gerekir. Fakat o içlerinde ünlü ressam ve geçtiğimiz aylarda CircumSpice'ta hayatını okuduğunuz Leonardo Da Vinci'nin de olduğu birçoklarını cezbeden tuzağa, yani kuş uçuşunu temsil eden kanat çırpma olayının cazibesine kapılmadı. Lilienthal uçabilecek bir uçağın havayla temas halinde olan sabit bir kanadı olması gerektiğini gösterdi. Kararlı bir uçuşu gerçekleştirebilmek için gerekli kontrol sadece onun söylediği böyle bir kanat tarafından sağlanabilirdi ve bu konuda Wright kardeşler de onunla uyuşuyordu.


Wilgur ve Orville Wright bilimsel öğrenim görmemişler liseden daha yüksek bir okuldan da ayrı gitmemişlerdi. Fakat uçma alanındaki çalışmalarını ilerlettirken kendi bilimsel yönlerini de model uçaklar, uçurtmalar, insan taşıyan planörler ile yaptıkları yüzlerce deney sayesinde bu konuda bilimsel bir eser hazırlayacak kadar ilerlettiler. Hatta hazırladıkları 200'den çok farklı tipteki kanatları denemek için bir rüzgar tüneli dahi yaptılar. Wright kardeşlerin 17 Aralık 1903'te Orville'in kontrolünde havalanan ilk uçağı aerodinamik ses teorisine bağlı kalınarak yapılmıştı. Otto Lillienthal ve Wright Kardeşler uçak dizaynı kurumunu kurdular. Bundan sonraki her şey hava içinden geçişi ile uçapğın havalanmasını sağlayan sabit kanat doktrininin bir devamıydı. Fakat kanat kontrol edilemiyordu. Wright kardeşler, iyi bir uçak dizaynınnda kanadın ani esen şiddetli rüzgarların zararlı etkisiyle sert havanın aşağı ve yukarı çekici etkisine karşın pilotun düzeltmesiyle kanadın daha uygun bir vaziyet almasını sağlayan bir mekanizma bulunması gerektiğini anladılar. Kuşları gözleyerek sert havalarda uçuş düzeylerini korumak için kanat uçlarını nasıl büktüklerini not aldılar.


Kanat bükmeyi planörlerinin kanatlarının uçaklarını bir mekanizma yardımıyla eğerek taklit ettiler. Deneylerinden bunun işe yarayacağını tahmin etmişlerdir. Gerçekten de işe yaramıştır. Kanat eğmenin uçuş aerodinamiğini nasıl etkilediğini doğru bir şekilde tahmin ettiler ve anladılar. Wright Kardeşler artık uçabilen bir uçak yaratmışlardı. Yeni görevleri ise onu nasıl uçuracaklarını öğrenmekti. Bunu onlara gösterebilecek ne bir kitap ne de bir öğretmen vardı. Fakat nasıl dizayn yapılacağını öğrendikleri gibi bunu da öğrendiler.Yavaş yavaş ve metotlu bir şekilde uçakla dönüş yapabileceklerinden çok zaman önce emin olmuşlardı. Daha ilk denemelerinde uçak tam bir daire dönüşünü kolaylıkla tamamlayarak havalandıkları noktanın yanına indi. Uçak dizaynını diğerleri Wright kardeşlerinin seviyesine gelinceye kadar bir süre olduğu yerde saydı. Pilotun kanadın üzerine yatık bir şekilde yatık bir şekilde durmaktan kurtarıp oturmasını sağlayacak bir yer yapılması gibi zorunlu bir takım şeyler gerekiyordu. Wright kardeşler pilotun oturabildiği bir uçak dizaynı hazırladılar. Ayrıca bir de iniş takımı yaparak kendilerini ilk uçuşlarında yanlarında taşıdıkları tekerlekli kriko ve monoraydan kurtardılar


Bu arada 1909'de Manş Denizini ilk defa uçarak geçen Fransız Louis Bleriot, 1. Dünya savaşının en başarılı avcı uçağını ve savaş sonrasını ulaştırma işlerinde büyük üstünlük sağlayan 3 motorlu uçağını yapan Hollandalı Anthony Fokler ,Glenn Curtiss ve Glenn Martin gibi diğer tasarımcılar olarak belirmeye başladılar. Bu kişilerin düşüncelerinin yeni ve çekici endüstri dalına girmesiyle uçak dizaynı değişmeye ve yerine oturmaya başladı.
Dünya giderek küçülüyor, ve bu küçülmeyi sağlayan büyük etmenlerden biri uçağın icadı. Artık lüks olmaktan çıkan uçaklar, ulaşımın demirbaşlarından olmaya başladılar. Gelişen teknoloji ve sosyal imkanlar sayesinde, gelecekte bir gün her şehrimizde bir hava alanı olduğunu düşünmek hayal gücümüzün değil gerçeğin eseri olacağa benziyor. Teşekkürler Wright Kardeşler!....


ATOM BOMBASI İlk bomba Hiroşima kentinde patladı. Bu patlamayla 140.000 kişi bir anda yok oldu. Bir o kadarı da yaralandı. Bununla da yetinmeyen ABD, 3 gün sonra yani 9 Ağustos 1945'te bu sefer Nagasaki 'ye kinini kustu. Bombanın muhatabı bu sefer Nagasaki'li masumlardı. Bu patlamayla da 80.000 kişi öldü.
Atom Bombası'nın fiziksel olarak icadı 1911 yılında gerçekleşmesine rağmen, gücü ve etkileri 1930'lu yılların sonuna kadar anlaşılamadı. Atom enerjisinin silahlarda kullanılmasını ilk olarak düşünen ve kısmen uygulayan Almanlardır. 1939 Ağustos'ta fizikçi Albert Einstein bir mektupla başkan Roosevelt'i uyararak, Atom Enerjisi'nin Dünya üzerindeki en etkili güç olduğunu belirtti. Bu mektup üzerine ABD, Manhattan Project olarak bilinen, gerçekte Atom Enerjisinin insanları nasıl öldürebilir hale getirilebileceği, doğa ve çevreye nasıl daha fazla zarar verebileceğini araştıran projeyi başlattı. 1945 yılında Manhattan Proje'sine bağlı olarak çalışan 40 labarotuar ve 200.000 bilim adamı bulunmaktaydı. Bu sayı o sırada ABD'deki tüm makine sektöründe çalışan işçi sayısından bile fazlaydı. 16 Temmuz 1945'te Manhattan Projesinin ilk meyvası olan "Fat Man" isimli ilk atom bombası New Mexico'nun Alamogordo bölgesinde denendi. Bu yeryüzündeki ilk patlamaydı. Doğa atom enerjisi'nin korkunç yüzüyle ilk defa karşılaşmış oldu. 2. Dünya Savaşı'nın neredeyse bitmesine rağmen Başkan Harry Truman aslında Fat Boy'un denenmesinden çok önce bu bombayı Japonya üzerinde denemeye karar vermişti. Hırs, öldürme isteği , kişisel bozukluklar ve intikam duyguları bunun başlıca nedenleri arasında sayılabilir.


Üzerinde bu kadar konuşulan, binlerce insanın hayatına malolan bu atom bombasının enerjisi nerden gelmekteydi? Atom'un çekirdekilerinde çok sayıda proton ve nötron bulunan belirli atom türleri radyoaktiftir ve bunlar karasızdır. Aniden parçalanabilirler. Başka atom türleri ise bir nötron ile bombalandıklarında parçalanırlar. Bu olayda çekirdeğin kütle sayısı geçici olarak bir artar ve enerji açığa çıkmak suretiyle, tüm çekirdek ikiye bölünür. Kütle numarası 235 olan bir plütonyum türünün birer atomu bu şekilde bölünerek aynı zamanda ortama enerji de verirler. Uranyum 235 iki veya üç nötron, plutonyum 239 ise daha fazla nötron yayar. Atom bombasında ya uranyum 235 ya da plutonyum 239 kullanılır. Bir nötron ile bombalandıktan sonra bu elementlerin bir atomu birçok nötron yayar ve zincir reaksiyonu oluşur. Atomların yeterli konsantrasyonda olmaları halinde bu nötronlar komşu atomlarla çarpışır ve onlar tarafından tekrar bombalanırlar. Böylece komşu atomlarda fisyon oluşur ve daha fazla nötron açığa çıkar. Böylece devam eden zincir reaksiyonu gittikçe daha fazla nötron ve enerji üretir. Ortamın uygun olması halinde sonuç olarak büyük bir patlama oluşur.


Bir patlamaya yol açmak için gerekli fisyon yapabilen malzeme miktarına kritik kütle veya tetikleme miktarı denir. Zincir reaksiyonu hemen başladığından bu malzeme herbiri kritik boyutundan daha küçük parçalar halinde tutulmaktadır. Bu parçalar kritik üstü büyük bir parçada birleştiriler ve patlama anında nötronlarla bombardıman edilir. Fisyon yapan her atomun açığa çıkardığı enerji küçük olmakla birlikte, bu atomların milyarlarcasının toplam enerjisi patlamaya yol açar. Ancak bu enerjinin kütle eşdeğeri düşüktür. Örneğin Nagasaki'ye atılan bomba bir metal paranın 1/3 ağırlığına eşdeğer miktarda enerji açığa çıkarmıştır. Atom Bombası'nın enerjisi işte bu zincir reaksiyonu ve Einstein'ın ünlü E = mc² formülüne dayanır. Hiroşima'ya atılan ilk bomba olan Little Boy'un içinde temel olarak iki Uranyum-235 parçacığı bulunuyordu. Klasik bombalarda kullanılan bir tetik mekanizması ve barometre sayesinde bomba şehirden hedeflenen yükseklikte olduğu anda patlatıldı. Ne olursa olsun, Atom Enerjisi'ni hala savunanlar olabilir. İnsanlık yaşanılanları unutur ancak doğa hiçbir zaman sizleri unutmayacak ve affetmeyecektir..



LENSİN İCADI
Dünya üzerindeki insanların %75'inde az ya da çok göz kusuru bulunuyor. Yazımızda tarih öncesi devirlerden beri bu sorunla mücadele etmeye çalışan insanoğlunun ilkel bir icat olan gözlükten kurtulma serüvenini bulacaksınız.
Gözlük takan bir kişinin en temelde mantık olarak iki temel beklentisi vardır. Birincisi net görme, ikincisi de dışardan "net" görünme. İnsanlar gözlük kullanmaya başladıklarından beri hep gözlükle nasıl göründüklerinden şikayet etmişlerdir. Bu şikayet ve kaygılar sonunda lenslerin gelişimini etkileyerek pahalı, acı verici bir merak olmaktan çıkarmış, yerini aldığı gözlük kadar yaygın olmasını sağlamıştır.


Önce Lensleri biraz tanıtalım. Lensler normal gözlükle düzeltilebilen bütün göz kusurlarında kullanılabilir. Tıpkı gözlük gibi göze gelen ışığı kırmak için göz önüne yerleştirilir. Lensten gelen hatalar,gözde temiz ve net bir görüntü elde etmek için lens tarafından oluşan hatalarla eşlenir. Gözlükte olduğu gibi, lenste de " İki yanlış bir doğrudur " kuralı geçerli.


Sert Lensler
İlk lensler 1887' de İsviçreli doktor A.E. Fick tarafından yapıldı.
(Özellikle midesi hassas olanlar ve kan, göz gibi şeylere bakamayanlar çok dikkatli olsunlar, çünkü bu buluş gerçekten ürkütücü)
Sert camdan yapılmış Fick'in lensleri bütün gözü kaplamak amacıyla gözküresinin yuvarlağı üzerinde acı verici bir şekilde yerleştiriliyordu! Çünkü Fick'in bu yuvarlağı ölçecek aleti yoktu ve her lens uzun bir deneme yanılma süresi sonunda göze uygulanabiliyordu. Bundan başka göz geçirgen olmayan cam örtü nedeniyle hava oksijeni ve gözyaşı kanallarından gözyaşını almamaktan ve sonuç olarak çabucak kuruyordu. Bunun sonucunda kişi birkaç saatte bir lensini çıkararak gözleri için solüsyon kullanmak zorunda kalıyordu.


Yarım yüzyıl sonra 1938'de oftalmologist Theodore Obrig, genellikle Plexiglass veya Lusit olarak adlandırılan saydam bir madde metil metakritilat plastiğinden ilk lensi yaptı. Obrig aynı zamanda lenslerin hızla uyumunu sağlayacak daha iyi bir gözölçüm metodu buldu. Bununla birlikte onun lensleri de hala gözün hassas dokusunu incitebiliyordu.
Bu rahatsızlığın yanında bir çift lensin pahalı olması cok az sayıda kişi tarafından kullanılmasına olanak veriyordu. Lens zamanla film yıldızlarının modellerinin ve atletlerinin ilgisini çekmeye başaldı.


1950' lerin başlarında şu anda kullanılan lenslere temelde çok benzeyen Cornea lenslerinin ortaya çıkışı büyük olay oldu. Çapı 10mm az olan ve en fazla 20 mm 'nin 1/25'i kalınlığındaki bu tip lenslerin sadece kornea'yı kaplıyor, Yani gözbebeğinin saydam dış tabakası ve çevresindeki renkli irisini örtüyordu. Bu tip lensler ince bir gözyaşı tabakasında yüzebilecek kadar hafif olduklarından göz yeterli oksijeni alabiliyor, dolayısıyla kişi bütün bir gün boyunca çıkarmayabiliyordu.
Ancak bu lensler yine de sert oldukları için uzun süren kullanımlarda kornea'da ciddi tahriş ve yaralanmalara yol açabiliyor, zaten günümüzde sert lens kullanımı da yok. ( Burada sert lens olarak adlandırılan, şimdiki uzun süreli kullanılan sert lens değildir )


Yumuşak Lensler
20 yıl sonra yumuşak lensler ortaya çıktı. Bu tip kontakt lensler göz şekline tamamen uyabilen yumuşak bir madde ve suyu kolayca absorblayabilecen hidrofilik plastikten yapılmışlardır.
Su oksijenin lenslerden geçirilmesinin sağlayarak gözün kurumasını önlemektedir. Bununla birlikte lensin kurumaması için özen gösterilmelidir. Araştırmacılar lenslerin su absorblama kapasitelerini yükseltecek şekilde geliştirdiler ve böylece göze büyük bir rahatlık sağlandı. 1970'lerin ortalarında birkaç firma haftalarca takılabilecek lensler ürettiklerini açıkladılar.


Uzun kullanımlı lensler olarak adlandırılan bu lenslerin sadece periyodik temizlenmeler için çıkarılmaları gerekiyordu. Bu konuda en yeni buluş olan 2 odaklı lensler geleneksel 2 odağın ayrı lensler üzerinde eşleştirilecek şekilde yerleştiriliyor. Lensin tepesi ile tabanı arasında bir ağrılık farkı bırakılarak göze daima doğru bir şekilde durması sağlanıyor.


Lenslerin icadı ve gelişimi böyle, ancak ben de lens kullanan biri olarak birkaç gün sonra lens takıp çıkarmanın son derece zahmetli bir iş olduğunu farkedip kullanmayı bıraktım. Son çıkan lazer teknolojisi ile 5 dakikada yapılan göz ameliyatları daha cazip geliyor insana. Sağlam gören göze dokunmak, ameliyat ettirmek ne derece doğru o da ayrı bir tartışma konusu tabi ki...


HAVAİ FİŞEKLERİN İCADI
Gece gösterilerinde ve şenliklerde renk renk ışıklar saçan havai fişekler, yakından görenlerinizin bildiği üzere genellikle kartondan yapılan ve içine izel bir patlayıcı karışımı doldurulan uzun tüp biçimindeki bir kovandan oluşur. "Piroteknik karışım" dene bu fişek dolduları havanın oksijen olmadan da yanabilen özel bir karışımdır. Kapalı bir kabın içinden yanan mum, içerideki havanın oksihenini bitince söner; oysa fişek kovanının içinde hiç hava bulunmadığı halde bu karışım tükeninceue kadar yanmayı sürdürür. Çünkü karışındaki maddelerden biri sürekli olarak oksijen açığa çıkarır ve kapalı kovandaki yanma olayının gerçekleşmesini sağlar.
Yüzyıllarca fişek karışımında oksijen verici madde olarak güherçile(potasyum nitrat) kullanıldı. Bu tuz bütün doğu ülkelerinde bulunduğu için fişkeçilik doğuda, özellikle Çin'de gelişmiş ve güherçile, kükürt, odunkömürü karışımından hazırlanan ilk fişekler burada yapılmıştır. Aynı maddelerin karışımı olan barutun, daha doğrusu kara barutun Avrupa'da tanınması ve ateşli silah mermilerinde patlayıcı olarak kullanılması ancak 14. yüzyıla rastlar. Oysa bu tarihten çok önceleri Çin'de barut doldurulmuş havai fişekler savaş ve gösteri amacıyla kullanılıyordu.


Avrupalılar havai fişek yapmayı Çinliler'den öğrendiler ve 13. yüzyıl boyunca fişekçilil önce İtalya'da ,sonra Fransa'da ve bütün öbür Avrupa ülkelerinde hızla gelişti. Başlangıçta yalnızca dinsel festivallerde düzenlenen havai fişek gösterileri 18. yüzyılda ,büyük Avrupa kentlerinde çok ilgi çeken gösteriler haline geldi. Sonuçları hemen her ülkede ulusal kutlamaların ayrılmaz parçası olan bu gösterileri genellikle uzmanlar yönetirdi.


19. yüzyılın başlarına kadar havai fişek yalnızca bildiğimiz sarı alev renginde ışıklarını saçardı. 18. yüzyılda potasyum nitratın kimyasal bileşimle elde edilmesi renkli fişeklerin yapılmasına olanak hazırladı. Çünkü potasyum kloratlı karışım yeterince açığa çıkaracak biçimde yandığında, bu karışıma katılan çeşitli metaller gaz haline gelerek alevi renklendirebiliyordu. böylece baryum tuzlarıyla yeşil, stronisyunla kırmız, sodyumla da sarı kıvılcımlar saçan havai fişekler yapıldı. Bakır ise potasyum nitratın yanmasıyla açığa çıkan klor gazının etkisiyle mavi renk verir.


Havai fişeklerin bir bölümü renk renk alevler ve yıldızlar saçarak yanar; bunların kovanları incedir ve içindeki patlayıcı karışım tükenene kadar yanmayı sürdürür. Kıvılcımlar saçarak havaya fırlayacak biçimde yapılan ikinci tip havai fişeklerin kovanı ise yanmayacak kadar kalın ve sağlamdır. Bunlar, kovanın içindeki yanma sonucunda açığa çıkan gazların basıncıyla havaya fırlar ve karışımın tam olarak yanmamış parçacıklarını bir kıvılcım yaağmuru gibi dört bir yana saçarak görkemli görüntüler oluştururlar. Bu patlamalı kıvılcım yağmurunu yaratmak için kovana genellikle demir ve çelik parçaları, kandil isi ya da bol miktarda odunkömürü koyulur.


Havai fişekler geçtiğimiz ay Hollanda'da yaşanan havai fişek fabrikasının patlaması gibi çok ciddi sonuçlara yl açabileceği gibi, bir çok ülkede çocukların roket ya da maytap biçimindeki fişeklerden zarar görmelerini önlemek üzere satışı yasaklanmıştır ve havai fişek gösterileri uzmanların denetlemi altında düzenlenmesi gerekir. Günümüzde ise bu kurallar hiçe sayılarak özellikle yazlık mekanların önüne gelenlerin atış poligonuna dönüşmesi umarım uyarılarımı gerçeğe dönüştürecek olayların yaşanmasına engel olur.Bilinçli eğlenmemiz dileğiyle.


YOYO
Hepimizin çocukken oynadığı oyuncaklardan olan Yoyo,günümüze kadar bir çok aşamalardan gelerek bizleri eğlendirmiştir.
Yoyonun, ilk olarak Çin'de kullanıldığına inanılmaktadır.Ancak yoyo hakkında ilk tarihsel metin M.Ö 500 yılında Yunan metinlerinde görülmüştür.Bu eski oyuncak ağaç kabuğu ve metaldan yapılmış bir diskten oluşmuştur.Bu zamanda yapılmış ve şu an Yunanistan'daki Atina Milli Müzesi'nde bulunan çömlek vazo'da Yunan Gençliği'nin yoyoyla oynarak eğlendiği anlaşılır.Eski zamandan kalma Mısır'lı tapınakların üzerindeki resimlerde Mısırlıların'da yoyoyu kullandığı bilinmektedir.


Çinlilerin kullandığı yoyo
Yine tarihi kayıtlar göstermekteki ,16. yüzyılda Filipinli avcılar ,vahşi hayvanları ,ağaçtan yapılan bir cisim ve uzun bir ipi ,avlarının altına atmak suretiyle yakalamışlardır. Bu silahtaki ip yukarı çekilir ve av ip içerisinde çabalayarak döner.Bu ,pratik yoyonun u silahın ,günümüz yoyosuna ilham verdiği söylenmektedir. Fakat , bunun tamamen bir hayali bir fikir olduğu gözümüzden kaçmamalıdır.


Yoyo'nun çıkış noktası ister Çin olsun ,ister Filipinler ya da Mısır ,sonuçta Yoyo çok uzun bir zaman periyodu içerisinde çocukların favori oyuncağı olduğu aşikardır.
Yoyonun bahsi geçtiği bir diğer tarihçe ise 1765'de yapılan bir hindistan kutunun varlığıdır.Bu ufak kutunun üzerinde elle çizilen yoyosu ile oynayan kırmızı elbiseli minik bir kız çocuğunun resmi vardır.
Bundan 25 yıl sonra ise yoyo bir şekilde Avrupa'ya seyahat eder.Böylece yoyo artık İngiliz ve Fransız Aristokratlarının elinde bulunuyordu.


Tarihler 1789 yılını gösterdiğinde ise ,yapılan bir temsili resimde geleceğin kral adayı 4 yaşındaki 17.Louis'in elinde bir L'emigrette(yoyo) bulunmaktaydı.Fransız yaşam biçimleri ve köylülerin ayaklanması sırasında Fransız Aristokrasisinin Paris ve Almanya'ya gitmeye zorlanması sıralarında cam ve fildişinden yapılmış yoyolar ,aristokratların elindeydi. L'emigrette burda "ülkeden ayrılmak" anlamına gelen fransız terimidir.Yoyo'ya Fransa'da verilen bir başka isim ise "De Coblenz"(Fransız şehri).Aslına bu isimler, oyuncaklar ile Fransız devrimi arasında önemli tarihsel bağlantıyı yansıtırlar.


Yoyo Fransa boyunca yayıldı ve genelde stress atmak içinde kullandı.Artık ismi JOUJOU DE NORMANDIE olmuştu. Bu da Amerikalıların Yoyo olarak isimlendirdiği oyuncağın isim kökünü oluşturmuştu. Oyuncağa olan bu ilgi Figaro'nun Düğünü adlı piyes'te de dile gelmişti.Piyes'in yazarı BEAUMARCHAIS yoluyla delillendirilen bu oyunda sıkıntı atmak için yani düşüncelerinizi boşaltmak için oyuncakların araç olduğu söylenmişti.


Daha sonralari İskoçya ve Fransa'dan geçerek çılgın yolculuğuna İngiltere'de devam eden yoyo, İngiltere'de fransızca bir kelime olan bandrole olarak adlandırıldı. Bunun anlamı Fransız züppesi idi.1791'de ise ileride kral olarak 4. George bu bandrole ile eğlendi.Kral adayının bu oyuncağı kullanması İngiltere'de Yoyo'nun popüler oyuncak olmasında önemli rol oynadı.Ve ünlü kimseler yoyoyu elinden bırakmadı.


Amerika'da yoyonun kullanıldığına dair ilk kayıt 1866 tarihlidir.O zamanlar taşıt yoluyla Ohaio'ların evlerine ulaşan yoyo "improved bandrole" yani gelişmiş bandrole olarak patenti alındı.1 yıl sonra ise Alman göçmen Charles Kirchof ,dönen tekerleği endüstriyel yoyoya ilk ivmeyi verdi.Artık yoyo ticari bir oyuncak olmuştu.1911'lere kadar ,çeşitli patentlere karşın yoyo, pek de önemsenmedi. Ta ki Ünlü Scientific Amerikan dergisi 1916 yılında yoyo hakkında bir makale yayınlayıncaya kadar.Makale de oyuncağın Filipinerden geldiği anlatılıyordu.Ve yoyo olarak isimlendirdi.Bunun sebebinin de Filipinlilerin kullandığı kelime olan yoyonun "come come"( gel gel )ve " to return(geri dönmek)" anlamını taşımasıydı. Bu makalenin üzerine yoyo tüm Amerika'da duyuldu.


Bu arada Filipinlere geri dönersek , Filipin yerlilerinin bu oyuncak konusunda uzman olduğu söylenebilir.Yoyoyu harika oyma tekniklerini kullanarak odunu biçimlendirirek oluşturmuşlardı.Daha sonra ip yardımıyla dingili döndüren sistemi geliştirdiler. Ve bugünki yoyonun kalıbını bu şekilde yön vermişlerdir.
1928 ve 1929 yıllarında iş adamı DONALD F DUNCAN, San Francisco'da iken yoyonun geleceğini gördü ve Yoyonun kaderini çizdi. Aslında Yoyoseverler Duncan'ın bazı kararlarını olumsuz gibi algılasalar da ,bir bakıma da yeni yoyosevlerin bu yolla oluşacağından seviniyorlardı.


1946 yılında Duncan Şirketi saatte 3600 yoyo üretmeye başlamıştı.Ve her yıl 1 milyon yoyonun yolu açılmıştı.Akçağaçtan yapılan yoyolar dünyayı kasıp kavuruyordu. 1960 yıllar plastik yoyonun yıllarıydı. Satışlar git gide artıyordu.Ve Dunca Şirketi 45 milyon yoyoyu 40 milyon çocuğa satmayı başararak bir rekor kırdı.
Duncan şirketini bu iş iyice sardı ve mesai fazlası ücretlerlendirmelerle, televizyon reklamlarıyla şirketi geliştirdiler. Ancak bu işte tek olmadıklarını anladılar.Bir çok rakip firma oluşmaya başladı ve Duncan Şirketi'nin üzerine gelmeye başladılar. Federal Mahkemeye YOYO ismi hakkında Duncan Şirketi'nin patent alamayacağı konusunda başvurdular.


Ve Duncan Şirketi trajik iflasın eşiğine geldi.Bu gelişmenin üzerine Flambeau Plastik Şirketi "Duncan" ismini yüklü bir ücret karşığında satın aldı.Bugün DUNCAN Yoyolarının onbir farklı modelini imal eden ve satan FLAMBEAU plastik şirketidir.6 Haziran ise Donald Duncan şerefine milli yoyo günü sayıldı.


Son yıllarda teknoloji kullandığımız ürünleri kat kat arttırdı.Görünüşte basit YOYO , hiç istisna olmadı.
Yoyo Amerika'da oldukça tuttu ve uğruna bir çok milli organizasyon gerçekleşti. Dünyanın her yerinden gelen YOYOcular bu yarışmalarda hünerlerini sergiledi. Hatta yarışmalara bazı katı kurallar konuldu. Örneğin yarışmaya katılan yarışmacılara Dünya'nın her yerini gezme şartı konuldu. Bu kimimize anlamsız gelebilir ama bu kural sayesinde yoyo bayağı bir yol katetti ve dünyadaki ününe ün kattı.Ünlüler koleksiyonlarını sergiledi ve oldukça yüksek ücretlerle müzayedelerde satıldı.
Bunun yanında yoyo bilimsel alanlarda da kullanıldı. Örneğin NASA bu konuda oldukça ayrıntılı bir çalışma yaptı.1996'da uzaya yolladığı STS-75 uydusu ile yoyo artık uzaya da ayak basmış oldu. Bu salınım belki küçüktü ama insanlık için büyük hareketlere neden olması şüphesizdi.Bu konuda NASA astronotu ile yapılan bilimsel röportajda sorulan soru ve cevabı şöyle idi:


"KUVVET ERGOMETER NE OLDUĞU AÇIKLAYABİLİRMİSİNİZ ? "
"YOYO yu İsviçreli araştırmacılarla birlikte deneysel olarak kullandık. YOYOYU aşağı atarsınız ve açılır ve yoyo içindeki enerjiyi bildirirsiniz."


Burdaki amaç yoyonun yaptığı hareketini ve yavaş dönüşümü incelemekti.Yoyonun yaptığı hareket sonrası biriken enerji ise ilginçti. Yoyo nasıl enerjiyi tutuyordu? Bunun cevabını bulduklarında ise artık araç içindeki insan hareketlerini kontrol edebileceklerdi. Bildiğiniz gibi yoyoyu aşağı atarsınız ve bir sonraki gelişinde onu aşağı çekecek hiç bir ağırlık yoktur.
Yoyo daha uzun süreler bilimsel ve sosyal alanlarda kullanılacağa benzer. Nerden geldiği hiç bir zaman kesin olarak bilinmesede, yoyonun nereye gideceği mutlaka bellidir. Sizi klasik bir yoyo sloganıyla başbaşa bırakıp , yazıma son vermek istiyorum HER ZAMAN GERİ GEL


ASKERİ HABERLEŞME SİSTEMİ
Güzel Aktris Hedy Lamarr'ın, Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasına yardım edeceğini kim tahmin edebilirdi ki?
2000 senesinin Ocak ayında hayata gözlerini yuman Hedy Lamarr, şüphesiz, güzelliğiyle bütün gönüllerde taht kurmayı başarmış bir aktris idi. Lakin, onu çok özel bir kişi yapan daha başka birşey vardı. Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasını sağlayacak ilk askeri haberleşme sistemini George Antheil'in yardımları ile vücuda getirdi.


Kariyerinin altın çağında, Lamarr ve George Antheil, vücuda getirdikleri bu sistem için patent aldılar(10 Ocak 1941). Bu haberleşme sistemi genellikle denizaltılar için daha uygundu. Sistem tam bir şaheser idi. Bir verici ile alıcının arasında eşit olmayan aralıklarla değişen radyo dalgaları ile sağlanan bağlantı prensibine göre çalışıyordu.
Bir mesaj gönderildiğinde verici ve alıcı, mesajı özel bir koda göre aynı anda değiştirir. Yani, verici mesajı şifreler ve alıcı bu mesajın şifresini kırar ve okunabilir hale çevirir. Bu haliyle bu haberleşme sistemi çok güvenli bir sistem olmuştur.
Viyana doğumlu Lamarr, öylesine hayırseverdi ki, bu buluşun patentinden para kazanmayı reddetmiş, ve öylesine mütevaziydi ki işin büyük kısmını yardımcısının yaptığını söyler, kedine pay çıkarmazdı.


Dijital elektroniğin daha henüz adının telafuz edilmediği senelerde böyle bir buluşun sahibi olan Lamarr'a bir dahiymiş gibi bakan insanlar, kendisine çok saygı duyuyorlardı. Kim bilirdi, koskoca günümüz Network teknolojisinin arkasından bir aktrisin olacağını. Umarım Lamarr, insanlığa yapmış olduğu iyiliğin büyüklüğünü, son senelerde büyük yeniliklere sahne olan internet ve enformasyon teknolojileri sektöründeki gelişmelerden görmüştür. İnsanoğlu son yıllarda kablosuz erişimde birçok atılım sağladı. Bunların hepsi şüphesiz o buluşa dayanmaktadır. Hollywood deyip te geçmeyelim, Hollywood'dan ne cevherler çıkıyor.


RADYONUN İCADI
Televizyon bugün en yaygın elektronik haberleşme şekli olmasına rağmen bir zamanların gözde aleti radyo hala en yaygın yayıncılık aracı olarak yerini korumakta. Radyo olmaksızın, günlük yaşamımızda yer alan birçok hizmet ve konfor mümkün olmayacaktır. Radyo, halkın emniyetinin sağlanmasında, endüstriyel üretimde işletmede, tarımcılıkta, nakliyatçılıkta eğlence dünyasında uzay seyahatlarında deniz aşırı haberleşmelerde kısacası aklınıza gelebilecek birçok noktada kullanılmaktadır.


İtalyan kaşif Guglielmo Marconi radyonun babası olarak kabul edilir. İngiliz bilimadamı James Maxwell 1865 yılında elektronik olarak üretilen radyo dalgalarının yayılma teorisini kurmuş ve Alman fizikçisi Heinrich Hertz, 1888 yılında Maxwell'İn teorisini pratik olarak gerçekleştirerek bu konuda öncülük etmişlerdir. Marconi ile birlikte 1898 yılında ilk radyo resmen doğmuş oldu. İlk kullanımı gemiden sahile haberleşme içindi. 1923 yılında yüksek frekans radyo dalgalarının iyonsfer'e çarparak dünyaya döndüğü ispatlanınca radyo, deniz aşırı haberleşme de dahil olmak üzere hızla yaygınlaştı.


İlk radyo 3 S 'i iletti.
İlk keşif şu şekilde gerçekleşti: Marconi bir gemide geliştirdiği radyo(!) ile kıyıda bulunan hizmetçisine kablosus telgraf aracılığıyla 3 tane S harfi yolladı. Mignani'nin asistanı da sinyali aldığı zaman ateş edecekti.. Marconi 3 S'i yollama komutunu verdiğinde yeryüzünde ilk defa radyo dalgaları yayıldı, 3 S uzayda dolaştı, dolaştı ve alıcıya ulaştı. Alıcıya ulaştığını gören hizmetçi Mignani tetiği çekti. Deney başarılıydı. Böylelikle ilk radyo da pratik olarak çalışmış oldu .


İlk ütü ısıtılmış bir taştı
Ütünün icadı 17.yüzyıl başlarına kadar dayanıyor. Giysileri düzleştirmek için ısıtılmış ağır taşlar kullanılıyordu. Daha sonra saplı düz demir plakalar ateşte ısıtılmaya başlandı. Fakat bu yöntemle ısı uzun süre korunamıyordu. Bu yüzden demir plakaları oyarak içlerini kömür közüyle doldururlardı. 1888'de Amerikalı Henry W. Seely elektrikli ütüyü icat etti. İki çubuk karbon arasında kurduğu kablolu elektirik köprüsüyle demirin ısınmasını sağlıyordu. 1926'da New York'da Eldec kuru temizleme şirketi ilk buharlı ütüyü kullanmaya başladı...


Çatalı ilk kullanan Türklerdir!..
İlk sofra aletinin kaşık olduğu kabul ediliyor. İstiridye gibi deniz hayvanlarının kabukları kaşık niyetine kullanılıyordu. Sonra bu kabuklara çubuk eklendive kaşık icat edildi. Çatal ise Yunanlar ve Türkler tarafından dini törenlerde kullanılıyordu. Ortaçağ'da insanlar eti bıçak ile kesiyor, sonra aynı bıçağı kestikleri parçaya saplayıp bunu yiyorlardı. Zaman içinde iki bıçak kullanılmaya başlandı. Biri ile et tutuluyor diğeri ile kesiliyordu. Ancak et tabakta çok fazla döndüğü için zamanla bıçağa iki diş daha eklendi. Böylece modern çatal doğdu. Çatal bıçağın bir takım halinde kullanılması 18-19. yüzyılda yaygınlaştı.




MUTFAK
Birçok firmanın mutfaklar için yeniklik getirme çabaları da sürüyor. Bu çabalar sonucu ilginç aletlerden biri de ''istenilen ölçülerde tereyağı dilimleri kesme'' aparatı. Pizza, pide ve börek gibi yiyecekleri kesmek için üretilen alet ise hem bıçak hem de çatal işlevini görüyor.


EVCİL HAYVANLAR
Evimizin sevimli dostları olan kedi ve köpeklere yönelik üretilen ''köpek kurutma cihazı'' ve ''köpek taşıma çantası''nın yanı sıra köpeklerin çok sevdiği top getirme oyunu için de özel bir alet üretildi. Otomatik top fırlatma makinesi, köpeğe zevkli dakikalar yaşatırken, köpeğin sahibini de kolunu yorma zahmetinden kurtarıyor. ''Dijital köpek tasması'' ise kaybolan köpeğin yerinin GPRS ile belirlenmesini sağlıyor.


SPOR
Bilardo oynarken topun istendiği yere gitmesi amacıyla falso veya çektirme gibi vuruşlar için topa vurulacak noktanın önemli olduğunu dikkate alan tasarımcılar, özel ışıklı bilardo sopası geliştirmiş. Golf oynayanların kaybolan topları arama sıkıntısı da mikroçipli topların yerini bulan minik radarla ortadan kaldırılmış. Motosiklet tutkunlarını da unutmayan tasarımcılar, kaskın üzerine yerleştirdikleri kamera ile arka tarafı tam olarak görmeye imkan
sağlayan optik bir cihaz, dağcılar içinse pille ısıtılabilen elbise ve eldivenler geliştirmiş.


YIKANABİLEN KLAVYE
Bilgisayar kullanıcıların en büyük sıkıntılarından biri olan klavyelerin kirlenmesi de artık dert olmaktan çıktı. Bir firma tarafından geliştirilen klavye, yıkanabilir özelliğe sahip.


TOST YAPARKEN MÜZİK DİNLEYİN
Gökyüzünü seyretmekten zevk alanlar için geliştirilen özel koltuk,ayrıca tost yaparken müzik de dinlemeye olanak sağlayan radyolu tost makinesi yapılmış.


ÜŞÜMEDEN KARTOPU OYNAYIN
Mucitler, kartopu oynamayı seven ama ellerinin üşümesini istemeyenler için de düzgün kartopu yapan dondurma kaşığına benzer alet tasarlamış.


BANYO ALETLERİBanyo ya da duştan sonra kulak kanalını kurutmak için üretilen mikroçipli kulak kurutucusu, çipi sayesinde ıslak kulak bölümlere sıcak hava üfleyerek, ''insanları büyük bir dertten kurtarıyor.''


SİNEKSAVARÖzellikle yaz aylarının istenmeyen konukları sinekleri itlaf etmek için kullanılan raketler, tasarımcıların elinde ''avlarken eğlen'' aletine dönüştürülmüş. Raket, sineğe vurulduğunda ''yakaladım seni'' gibi sözlerle avcıyı teşvik ediyor.


KENDİNİ TARTAN BAVUL
Yolculuğa çıkacakların bagajlarının ağırlığını ayarlayabilmeleri de 'kendini tartan bavul'', hizmete sunulmuş. İçine konulan eşyanın ağırlığını gösteren bavul, özellikle uçak yolculuğu yapacakların istiap haddini aşarak fazla ücret ödemelerinin de önüne geçmeye yarıyormuş.


Ruhun ağırlığı teorisi
Filozoflar uzun yıllarca eğer ruh varsa madde mi yoksa başka bir formda mı olacağını tartıştı. 1900'lerin başında Amerikalı bir doktor olan Duncan MacDougall tüberkülozlu hastalarını incelemeye alarak, onlar ölür ölmez ağırlıklarında bir değişme meydana gelip gelmediğini ölçtü. Sonuçta ölüm anında altı hastadan dördünün ağırlığının 21 gram azaldığı görüldü. Bu buluşun zekice mi yoksa sadece tuhaf mı olduğu netlik kazanmadı ancak olağandışı önermelerin olağandışı kanıtları olması gerektiği mantığıyla ortada kaldı. Henüz deneyi modern imkânlarla tekrarlayan çıkmadı.


Sudan bilgisayarlar
1960'larda suda çözülen moleküllerin zamanla suyun yapısını değiştireceği fikri ortaya atıldı. Tuhaf olmasına rağmen deneyler bu fikri kanıtlıyordu. 1988'de Fransız bilim adamı Jacques Benveniste, suyun bu değişen yapıyı, içindeki moleküller seyreltildikten sonra bile 'hatırladığını' iddia etti. Bu iddianın doğruluğu halinde sudan bilgisayar hafızası yapılabilecekti. Ancak bu buluş da tekrar denenmeden bilim dünyasının 'tuhaf' rafına kalktı.


İneklerin ısınmaya katkısı!
Einstein her sabah çorap giyip her akşam çıkarmanın kendisine bir yaşam boyu yüzlerce saat kaybettireceğini hesaplayıp çorap giymekten vazgeçmişti. Tıpkı bu saçma görünen hesap gibi son yıllarda bilim adamları ineklerin çıkardığı metan gazı miktarını hesaplayarak küresel ısınmaya olan katkısını ölçüyor. Ancak sorun öyle ciddi ki, Avustralyalı uzmanlar ineklerin gaz çıkarmasını engellemek için genetik değişiklikler üzerinde çalışıyor.


Yıldırımı yakalamak
1752 yılında Fransız Thomas Francois D'Alibard, yıldırımı yakalayıp bir şişeye koymak üzere bir deney yaptı. Yardımcısı Coiffier'i fırtınalı bir günde üç boş şarap şişesiyle desteklenmiş bir tahtadan oluşan bir sandalyenin üzerine oturttu. Coiffier elinde 15 metrelik bir demir çubuk tutuyordu ve çubuğun alt ucu, alüminyum folyoyla sarılmış bir şişeye bağlıydı. Bu çılgın fikir işe yaradı, Coiffier hayatta kaldı ve Benjamin Franklin'in yıldırımın elektriğin bir formu olduğuna dair görüşü ilk kez kanıtlandı.


Bilinç genişletmek için
Eski Mısırlılar, kafataslarındaki basıncı serbest bırakmak için kafataslarına delik açarlardı. 1960'larda Joey Mellen ve Amanda Feilding, 'bilinçlerini genişletmek' amacıyla bu operasyonu gerçekleştirmeye karar verdi. Ancak operasyonu uygulamayı kabul edecek doktor bulamayınca aynanın karşısına geçip, matkapla işlemi kendi kendilerine gerçekleştirdiler. Şaşırtıcı şekilde hayatta kaldılar, deneyimden sonra kendilerini daha iyi hissettiklerini açıkladılar. İkili daha sonra evlendi, normal bir aile hayatı sürdü. Amanda Feilding, yaşadığı deneyimle ilgili 'Heartbeat' isimli bir film çekti.


Ve bir de değeri anlaşılan
Britanya'daki Bristol Üniversitesi'nden Michael Berry, kurbağaların havada asılı kalmasını sağlayacak metot üzerindeki çalışmalarıyla Nobel ödülü almıştı. Fizikçiler bu çalışmayla asla dalga geçmedi, çünkü metodun amacı yerçekimsel ve manyetik güçleri dengeleyerek havada sabit durabilmeyi sağlamaktı. Daha sonra bu teoriyi kanıtlayan deneyler de yapıldı. Havada yavaşça dönerek aşağı inen kurbağaların fotoğrafları hâlâ bilim dünyasının en önemli ikonları arasında bulunuyor.


Çevrimdışı **aslı**

  • KENDİSİ
  • Yönetim K.Ü
  • Uzman
  • *
  • İleti: 4.373
  • Karizma Puanı: 1342
  • ...SENLE BEN, BATI-DOĞU; AMA DÜNYA YUVARLAK...
Ynt: Kim neyi nasıl bulmuş?
« Yanıtla #1 : 04 Ağustos 2007, 10:30:54 »
hepsi için ayrı ayrı teşekkürler..(+1)

Çevrimdışı nes.rin

  • Onursal
  • Çalışkan
  • *
  • İleti: 731
  • Karizma Puanı: 380
Ynt: Kim neyi nasıl bulmuş?
« Yanıtla #2 : 07 Eylül 2007, 19:28:05 »
     
TEKERLEĞİN İCADI                                                                                                                                 
Tabiatta hiç bir örneğine rastlanmadığı halde, bize son derece doğal gelen ve modern tekniğin ekseni olacak kadar önemli bir icadı, tekerleği de Güneybatı Asya'ya borçluyuz.

Elimize, tekerleğin hangi tarihte icat edildiğini gösterecek hiç bir belge gedmemiştir. Ancak bu aracın günümüze en eski çağlardan geldiği de kesindir. Amerikalı arkeolog Speiser, Gawra'da, M.Ö. 3.000-2.500 yıllarının kalıntılarında tekerleğe rastlanmış; İngiliz meslektaşı Woolley de Ur'da, M.Ö. 2.950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek çıkarmıştı. Ne gibi bir ihtiyacın bu icada yol açtığı kesinlikle bilinmiyor. General Frugier'nin ilginç ve inandırıcı varsayımına göre; Yontma Taş Çağı'ndan başlayarak insan, avladığı hayvanı, kaya parçaları gibi bazı şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken, kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını, böylece taşımayı kolaylaştırdığını fark eden insanlar yüklerini iki ağaç kütüğünün üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy'ye göre; tekerleğin atası, tomar denilen silindir biçiminde durulmuş kağıt ye da deridir. Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır. Yapılan kazılarda Sümer ülkelerinde, M.Ö. 3.000'den kalma kızaklar ve arabalar çıkartılmıştır.

Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak işten bile değildir. Gerçekten de, M.Ö. 3.000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü, iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere, ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört tekerlekli bir araç oldu; fakat henüz ön tekerlekler sabitti.

Bu araca ilkin hangi hayvan koşulmuştu? Fransız arkeologu Georgesu Contenau'ya göre, yaban eşeği. O dönemde, bu bölgede at bilinmiyordu ve henüz sözünü etmediğimiz Türkler atı ehlileştirmişlerdir.

Ortaçağda önemli bir rol oynayacak olan bu ulus. Orta Asya, Doğu Sibirya ve Mançurya'da yaşamaktaydı. Henüz Yontma Taş Çağı'nda yaşayan bu göçebe halkın hayatı, Basil ve Mısır uygarlığının tam karşıtıydı. Ama onların buz gibi ve dümdüz steplerde uzanan ülkeleri. Yakın Doğu'nun güneşli ve serin vahasının da karşıtı değil miydi? Asyalı göçebe halkın hayatı, her çeşit yiyeceğe alışan bu yorulmaz hayvanın, atın sırtında gediyordu. Onu gem'e alıştıran Türklerin Güneybatı Asya'ya akınları sonucunda, bu bölgede atı tanıdı, ilk uygarlıklar, insanlığın bu en soylu buluşunu, paha biçilmez armağanını onlardan aldılar.

Koşum kayışlarıyla arabaya bağlanan atla birlikte ilk savaş aracı da doğmuş oldu. Antik dünya, arabayı ve atları bu korkunç görünümüyle ilk defa tanıyordu. Sonra M.Ö. 2.000 yılında Mezopotamya'da görülen araba, giderek Sami ırkından Hiksosların akınıyla Mısır'a girince, Firavun'un ordusunda, 1917'de ilk müttefik tanklarının Alman askerleri üzerinde yarattığı paniğe benzer bir korku yarattı. Mısırlılar hayvan gücü olarak henüz öküz ve eşekten yararlanıyorlardı. Ancak tecrübeden çabuk ders almayı bildiler. istilâcıları ülkeden atar atmaz bu yeni savaş aracını kullanmaya başladılar. Öyle ki. Mısır tarihinin en parlak dönemi olan Yeni İmparatorluktan kalan belgeler, Firavun'u gelecek kuşaklara savaş arabasının üstünde, bir eliyle dizginleri tutar, ötekiyle de düşmanı yere serer biçimde gösterebilmiştir.

Bunu izleyen on yüzyıl boyunca, araba, savaş alanlarında fetih aracı olarak hizmet etti. Asurlular, M.Ö. 1.000 yıllarında bir sürücünün kullandığı, iki savaşçıyı çeken çift at koşulmuş arabaları sayesinde dünyaya egemen oldular. Asur'un ünlü kralları Furgon ve Assurbanipal birçok şehirleri, güçlü savaş makineleri halini alan arabalarıyla kuşattılar. Bu arabaların, tekerlekleri üzerine oturtulmuş ağır koçbaşlarıyla şehir kapılarına saldırdılar; savaşçılar kalkanlarının arkasına saklanarak kale duvarlarının üstüne yürüdüler. Ancak bu ağır "topçu gücü"nün yanı sıra yeni bir silahlı birlik daha meydana getirmişlerdi: Atlılar. Bir halı parçasının üzerinde oturan bu eyersiz ve üzengisiz Asur atlıları, İskender’in fetihlerine yol açan öncüler oldular.


     
 PUSULANIN İCADI                                           
                                                                                                                                                     
Karalar gözden kaybolduktan sonra, denizde artık deneysel kurallara dayanılarak yol bulmak ve bunu sürdürmek imkânsızdı. Bilimsel tekniğe baş vurmak zorunlu olmuştu. Gidilecek mesafe çok uzak oldu mu, dünyanın küresel yüzeyi düz bir planda gösterilemiyordu. Bu nedenle, gemiciler son çare olarak XVI. yüzyıla kadar kullanılacak "Yer yuvarlağı"na başvurdular; artık geminin bulunduğu yer, enlem ve boylamlara göre belirlenmekteydi.

Bunun için de X. yüzyılda Araplardan gelme usturlaplar kullanılmakta; bunlarla yıldızların yükseltisi bulunarak kabaca bir enlem-boylam tayini yapılmaktaydı. Ne var ki, boylam hesaplarında birkaç dereceye varan hatalar yapıldığından, işler karışıyordu. Gemiciler, bu çocukluk çağındaki yöntemlerle kalmış olsalardı, kıyılardan uzaklaşmaya dünyada cesaret edemezlerdi. Ama neyse ki, ellerinde pusula vardı.

"Pusula": İşte bir Çin icadı daha! Isın sülâlesi zamanında (265–419), Çinliler mıknatıslı bir iğne sayesinde "Güney"i belirleyebiliyorlardı. İğnenin bu özelliğinden yararlanmak için 424'te "Mıknatıslı arabalar" yapıldı. Bu arabalar, dikey bir eksen çevresinde dönen bir heykel taşımaktaydı. Heykel, içinde gizli bulunan bir mıknatısın etkisiyle hep güneye dönük dururdu.

Çinlilerin kendilerine mal ettikleri bu icadın gerçek mucitleri Normanlardır. Bunlar, 874'te İzlanda'yı fethetmişler; 932'de Grönland'ı keşfetmişler ve 1000 yılında -yani Kolomb'dan beş yüzyıl önce- Amerika'ya ayak basmışlardı. Pusulaya sahip olmasalardı, bu olağanüstü başarılara nasıl ulaşabilirler, açık denizlerde binlerce millik mesafeleri nasıl aşabilirler ve hareket ettikleri noktaya nasıl dönebilirlerdi?

Her neyse, Fransa'da pusuladan ilk olarak 1200'de söz edilmeye başlandı. Bunu, 1207'de İngiltere ve 1213'te İzlanda izledi. Pusulanın ilkel bir yapısı vardı o zamanlar. İlk önemli gelişmeyi gerçekleştiren Pierre de Maricourt oldu (1269). İğneyi bir mile geçirdikten sonra, bunu bir yanı saydam ve derecelenmiş bir kutunun içine yerleştirdi. Böylece gemicilerin pergeli halini alan bu gereç, artık onlara etkili bir rehber olabilecek; bilinmeyen denizlere açılmalarını ve büyük keşifler çağını açmalarını sağlayacaktı.

TELEFONUN İCADI
                                                                                                                                                                  
Yüzyıllar boyunca insanlar uzak yerlerle haberleşmeyi sağlayacak işaretler gönderme yollarını aradılar. Mesaj iletmek için başvurulan ilk yöntemler, açık havada yakılan ateşler ve parlayan aynalardı. Fransız Claude Chappe 1793'te icat ettiği mesaj iletme makinesine, "uzaktan yazan" anlamında "telgraf" adını verdi. Bu aygıtın işleyişi, kule tepesine takılmış hareketli kolların kullanılmasıyla oluşturulan işaretler yardımıyla rakam ve harfleri iletmeye dayanıyordu.

Sonraki 40 yıl içinde elektrikli telgraf geliştirildi ve 1876'da Alexander Graham Bell, ilk kez konuşmaları teller aracılığıyla iletmeyi sağlayan telefonu icat etti. Sağırlarla ilgili çalışmaları, Bell'i seslerin havadaki titreşimlerle nasıl oluştuğunu merak etmeye yöneltmiş, "armonik telgraf" adı verilen bir düzenek üstünde çalışırken, elektrik akımının konuşma sırasında oluşan titreşimleri andıracak biçimde değiştirilebileceğini bulmuştu. Telefonla ilgili çalışmalarının dayandığı ilke de buydu.

Türkiye'de ilk telefon 1908 senesinde uygulanmaya başlandı. Kadıköy ve Beyoğlu santralları 1911 senesinde hizmete açıldı. İlk otomatik telefon santralı 1926 senesinde Ankara'da kuruldu. Ardından diğer il merkezlerinde de telefon santralları kurulmaya başlandı.

Peki, ALO nereden geliyor

Telefonda hemen hemen her gün kim bilir kaç kez kullandığımız ALO sözcüğü, gerçekte bir sevgilinin adının "kısaltılmış" biçimidir.

Sevgilinin "tam adı" "Alessandra Lolita Oswaldo" dur. Bu sevimli genç kız, telefonu icat eden Alexander Graham Bell’in sevgilisiydi. Graham Bell, telefonu icad edince, ilk hattı sevgilisinin evine çekmişti.

Atölyesinde, telefonu çalınca, arayanın Allessandra Lolita Oswaldo’dan başkası olamayacağını bildiğinden; Graham Bell, telefonu açar açmaz "Alessandra Lolita Oswaldo" diyordu.

Bell, zamanla sevgilisine adını kısaltarak hitap etmeye başladı ve telefonu her açışında onu "Ale Lol Os" diye karşıladı. Çalışmaları uzadıkça, Graham Bell, sevgilisinin adını daha da kısalttı ve ona iki heceli bir ad buldu. Bu kısa ad "ALO" idi.

Allessandra Lolita Oswaldo, geliştirip tüm kente yaymaya çalıştığı telefondan başka bir şey düşünmeyen, sevgilisinin bitmez tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsız olmaya başlayınca Bell’i terk etti.

Yaşlı Bell, sevgilisinin kendisini bir gün arayacağı umuduyla telefonun başından ayrılmadı. Kentte çekilen telefon hatlarının sayısı da giderek artmaya başlamıştı. Graham Bell’i artık başka kişiler de arıyordu. Fakat o, telefonun her çalışında, kendisini sevgilisinin aradığını sanarak telefonunu ALO diyerek açıyor ve herkese artık ALO diyordu.

O günlerde hemen herkes, telefonu açtıklarında Alexander Graham Bell’in anısına saygı olarak ALO demeye başladı. Bugün tümümüzün kullandığı ALO sözcüğü işte o günlerden uzanmaktadır günümüze...
Televizyonun Tanımı

Görüntünün tespit edilmesi, işlenmesi, çeşitli tekniklerle (uydular, kablo şebekesi gibi) iletilmesi ve bu iletimin alınıp izlenmesi süreçlerinin tümü televizyonun teknolojik anlamını açıklarken, iletilen yayınları almaya ve izlemeye yarayan elektronik cihaz da televizyonun araç olarak tanımıdır. Televizyonla ilgili en önemli olgu televizyonun görüntüyü iletmesidir. Bu iletimin gerçekleşebilmesi için de -aynı seste olduğu gibi- ‘ışık’ elektrik sinyaline dönüştürülür. Görüntünün elektriksel ifadesi de ‘video’ yani ‘görüntü sinyali’dir.

İcadı

İskoçyalı John Logie BAIRD, 1920’lerde “Baird Çorapaltı Çorap” icadının (çorabın altına giyilen bu çorabın ne işe yaradığı hiçbir zaman anlaşılamadı) patentini almak için uğraşırken aklına görüntü ve sesi elektronik olarak bir yerden bir yere aktarma fikri gelir. Aldığı “Yok artık, daha da neler” tepkilerine, dönemin zor şartlarına ve parasızlığa rağmen hiç yılmadan çalışır. İlk yaptığı model, şimdiki televizyonlara pek benzemez: Birkaç dikiş iğnesi, birkaç şapka kutusu, büyükçe bir bisküvi tenekesi, bir bisiklet lambası ve biraz mühür mumu. Ortaya çıkan alet Baird’in tam olarak istediği şey değildir, ama bir sonraki aşama için önemli bir deneyim olur. Durumdan fena halde heyecanlanan Baird teknolojik imkânların daha elverişli olduğu Soho’ya yerleşir ve içi garip hurda ve ıvır zıvırla dolu olan ilk ciddi laboratuvarını kurar.

1926 yılında, ilk kez insan yüzünün görüntüsünü Televizyonda elde ediyor. Baird laboratuvarındaki dev ışıkların ısısına dayanması için ilk TV çekimlerinde özel vantrolog kuklaları kullanır. Bir süre sonra bazı deneyleri için gerçek insan gerekince, parayla genç bir ofis boy tutmak zorunda kalır ve 1924’te tarihin ilk televizyonun patenti alınır: Televisor.
Oldukça ilkel koşullarda üretilen ve eski bir çay kutusunun üzerine monte edilen Televisor’ün motoru, ev yapımı bir Nipkow diskten oluşmaktadır - disk tekeri olarak şapka kutusundan kesilen yuvarlak karton, lambayı yerleştirmek için bir bisküvi kutusu, mil yerine bir dikiş iğnesi bu motor için ideal malzemelerdir. Baird’ın bulduğu ilk anten enfes bir iletken olan bir Malta haçıydı.

Baird icadını Kraliyet Enstitüsü’ne resmi olarak ilk kez 26 Ocak 1926’da tanıtır, 1928’de ise ilk görüntüler Atlas Okyanusu’nun öbür yakasına, yani Londra’dan New York’a ulaşmıştır bile (fazla bir şey görmek mümkün olmasa da). Böylece Baird ilk televizyon istasyonunu kurar ve BBC için ilk televizyon yayınlarını yapmaya başlar. Hatta ilk TV oyunu da BBC tarafından yapılmıştır.

1930’ların ortasında ise televizyon yayınları hem İngiltere’de, hem Amerika Birleşik Devletleri’nde az sayıdaki zengin kişilerin evlerinde izlenmeye başlanıyor. Alıcıların pahalılığı yüzünden hızlı bir yayılmadan bahsedilemez elbette, ancak bu dönemde her şeyini satarak bütün parasını TV alıcısına yatıran bir İngiliz köylüsünün söyledikleri çok anlamlı: “Hayatım boyunca en büyük hayalim Londra’yı görmek oldu, bunu alınca artık gitmeme gerek kalmayacak, ne zaman istersem Londra bana gelecek

                                                                                                                 
[/URL]
[

*zeliha*

  • Ziyaretçi
Ynt: Kim neyi nasıl bulmuş?
« Yanıtla #3 : 07 Eylül 2007, 19:30:40 »
cidden teşekkürler bunlar derste bizim bayağı işimize yarayacak.

Çevrimdışı @ksibey

  • Recep KILIÇ
  • Onursal
  • Uzman
  • *
  • İleti: 1.746
  • Karizma Puanı: 1106
  • Recep KILIÇ/OMÜ Resim-İş Öğrt.Grafik Tas. ASD'03
Ynt: Kim neyi nasıl bulmuş?
« Yanıtla #4 : 07 Eylül 2007, 19:49:37 »
Emeğinize sağlık... İyi çalışma...
@ksibey

Çevrimdışı nazanayar

  • Üye
  • *
  • İleti: 25
  • Karizma Puanı: 0
Kim neyi nasıl bulmuş?
« Yanıtla #5 : 23 Ekim 2007, 22:02:06 »
ellerinize sağlık +1de benden

grafity

  • Ziyaretçi
Kim neyi nasıl bulmuş?
« Yanıtla #6 : 28 Kasım 2007, 12:48:21 »
teşekkürler

F@tos

  • Ziyaretçi
Kim neyi nasıl bulmuş?
« Yanıtla #7 : 28 Kasım 2007, 14:34:58 »
Yorumlarınız için ben teşekkür ederim